29 Aralık, 2009

Sakallı Celal Üzerinden Eleştiri: Bahriye Nazırı Hamdi Bey’in oğlu Kemal Bey’in üçüncü eşi Ayşe Hanımefendi’den doğma Refik Bey’in refikası Melek Hanım


  Biyografi, öz geçmiş demektir. Öz geçmiş ise Türk Dil Kurumu tarafından şu şekilde tarif edilmiştir: “Bir kimsenin doğumundan yaşadığı güne kadar geçirdiği belli başlı evreleri içeren yazı, hayat hikâyesi, hayat öyküsü, yaşam öyküsü, hâl tercümesi, tercümeihâl, biyografi.

  Ben de kitap olarak basılmış biyografilerle ilgili fikrimi, bu siteyi oluşturduktan sonraki üçüncü yazımda (Käthe Kollwitz) belirtmiştim: “Eserlerinin bütünüyle ilgili fikir sahibi olmadan sanatçıların hayat hikayelerini okumak hep sıkıcı gelmiştir bana. Uzun uzun okursunuz. Ama herkes gibidir işte o da, muhtemelen sizden benden biraz daha fazla sıkıntı çekmiştir. Rutin bir yaşamın belki biraz daha dışına çıkan ama çoğu zaman şu cümlelerle sürüp giden öz geçmişler: xxxx yılında doğdu, ailesi maddi anlamda büyük sıkıntılarla karşı karşıyaydı, henüz çocukluğunda farklı kişiliğiyle ön plana çıktı, yeteneği şu yaşta fark edildi, vesaire vesaire... Bu siteye, kişilerin hayat hikayeleriyle ilgili uzun notlar bırakmayacağım.”

  Fakat bu kez farklı olacağını düşünmüştüm. Dostoyevski’nin hayatını okurken bile sıkıntıdan bunalan ben; Celal Yalnız, namıdiğer Sakallı Celal’in yaşamıyla ilgili bir araştırmayı sıkılmadan okuyacağımı sanmıştım. Galatasaraylı Celal bir feylesoftu ve lakin kağıda döktüğü tek bir metin bile bulunmadığı için müthiş bir sözlü felsefe ve veciz espri deryasıyla karşı karşıya kalacağımı zannetmiştim. Yanılmışım.

Sakallı Celal - Orhan Karaveli (Doğan Kitap, ön kapak)  Orhan Karaveli isimli beyefendinin Sakallı Celal: Bir Türk Filozofunun Yeniden Doğuşu isimli  çalışmasından bahsediyorum sevgili okuyucular. Biyografi, anı, inceleme… Janrının ne olduğu konusunda şüphelerimin olduğu ve en yerinde tabirle “araştırma” olarak nitelendirilebileceğini düşündüğüm bu kitabı elime alıp okumaya başladığımda oldukça neşelendim ve yedi bölüme ayrılan bu kitabın ilk bölümünde, Haldun Taner’den Ahmet Haşim’e, Celal Yalnız’la ilgili görüşlere ve anekdotlara yer verildiğini gördüğümde kitabı bir gecede bitirebileceğimi sandım. Tabii ki ikinci bölümün başladığı ellinci sayfaya kadar olan bölümü yarım saatte okuyup ikinci bölümü görene kadar. İkinci bölümde, biyografi-araştırma tarzındaki basılı eserlerin çoğunda karşılaştığım bir gariplikle karşılaştım. “Nedendir bilinmez” gibi bir kalıbı kullanmaktan imtina etmek istiyorum ancak bu noktada kendimi tutamayacağımı belirtmek isterim.

  Nedendir bilinmez, bu gibi araştırmalarda, ele alınan kişinin ailesi ve dolayısıyla soyu mevzu bahis olduğunda –çoğu ailenin de Osmanlı dönemine dair kayıtları bulunduğundan-, okuyucu için bitmez tükenmez bir azap başlıyor. Latife Hanım, Kamil Bey, Suphi Efendi… Bunların eşleri, çocukları, ablaları, ağabeyleri, uşakları, Fransız öğretmenleri, dadıları, dostları, diğer akrabaları, dönemin nazırları, kadıları, askerleri, Balkan kökenli eşraf… Okuyucuyu usandırmak için bir paragrafta kullanılabilecek tüm ünvanlar kullanılıyor. Sanılıyor ki okuyucu bu gibi ilişkileri gördüğünde meraklanacak ve bundan faydalanacak.

  Ben, kitaplarda insanı usandıracak bu gibi bölümleri okuma alışkanlığını uzun süre önce bıraktım. Kimin umrunda Mukaddes Hanımefendi cenapları, kimin umrunda Bahriye Nazırı Hamdi Bey’in oğlu Kemal Bey’in üçüncü eşi Ayşe Hanımefendi’den doğma Refik Bey’in refikası Melek Hanım? Roman yahut hikaye türündeki eserlerde var olan bu gibi bölümleri atlayarak okumaya devam edemeyeceğimiz aşikar. Kitabı okumayı bırakabilir ya da “birkaç sayfa sonra” bitecektir diyerek okumaya devam edebilirsiniz. Ancak biyografi tarzındaki çalışmalardaki bu tip paragraflarda kayıp sayabileceğiniz çok bilgi olmadığından, bu bölümleri direkt olarak geçmenizi öneririm. Dolayısıyla bu konunun çok da üzerinde durulması gereken bir bahis olmadığını düşünürseniz buna hak veririm. Ancak soyadı kanunu çıktığında, tüm ailesi Porsun soy ismini alırken kendisi “Yalnız” soy ismini tercih eden bir yalnız adam (adam, dahi, feylesof… hangisini kabul ederseniz) üzerine çalışma yaparken, iki yüz sayfalık bir kitabın kırk-elli sayfasını refik, refika ve hemşirelere ayırırsanız, okuyucunun gecenin bir yarısı kendinden geçmesini engelleyemezsiniz. Ben de bu duruma düştüm. İlk elli sayfasını yarım saatte okuduğum kitabın ikinci elli sayfasını acı çekerek okudum. Böyle nevi şahsına münhasır bir adamın hayatıyla ilgili bir çalışma yapmayı düşünerek çok yerinde bir karar vermiş olduğunu düşündüğüm bir araştırmacının bu kitabın dörtte birini Osmanlı dönemine ve Abdülhamid’e ayırmış olmasını, yukarıda verdiğim diğer örneklerden çok daha fazla garipsediğimi itiraf etmeliyim. Kitabın, beni sürmenaj ettiğini düşündüğüm bölümünden, siz de bu garabeti göresiniz diye, kısacık bir örnek vermek istiyorum:

  “Geysu Hanım-Mehmed Paşa çiftinin geride bıraktığı öksüz ve yetimlerine dönersek. Hamide Lütfiye’nin, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın dostu ve Bahriye Nezareti’nde seleflerinden “Müşir” Hacı Vesim Paşa’nın oğlu Lütfü Taluk Bey’le evlendiğini; şair ve yazar işadamı Haydar Volkan’ın annesi Mukadder Hanım’ın ise “Deli” Neşecan Hanım’ın kızı ve Lütfü Taluk Bey’in torunu olduğunu biliyoruz. Haydar Bey’in de bir kızı var: Lebriz.

  Nebile’nin tek çocuğu İzzet Bey’in Kemal ve Ünal Erksal adlarında iki oğlu olmuş. Aksaraylı Mehmed Paşa’yla ilgili bir miras davasından anlaşıldığına göre İzzet Bey’in ikinci eşi Nilgün Işıklar mahkeme tarihinde hayatta bulunuyordu.

  Ulviye’nin Neşet Erksal’la evliliğinden doğan kızları Nihal ve Mizyal’ın da çocuk ve torunları: Atakan, Filiz, Atilla… Ali, Mehmet… Didem Sarı, Ali İlbaş…

  Sakallı Celal Bey’in geriye kalan teyze ve dayısı iki kardeşin, yani İbrahim Sadi ile Zeliha Saadet’in durumları biraz faklı. Yukarıda sözü edilen miras davasıyla ilgili mahkeme kayıtlarında “hisselerin 1/6 olduğu; yetmiş yıl önce yurdu ter ettikleri ve (kendilerinden bir daha haber alınamadığı” belirtiliyor ama izleri sürülünce bu iki varis ölmüş olsa da soylarının sürüp gittiği ve Türkiye’deki kimi yakınlarıyla ilişkilerinin devam ettiği anlaşılıyor.

  Örneğin Zeliha Saadet Hanım’ın, sanırım Arnavut kökenli Bedri Pejani Bey’le evlendiğini ve Pejanilerin Shpuza, Borshi, Bakkalı, Basha gibi kimileri Türkçe  çağrışımlar yapan soy isimleriyle varlıklarını Fransa ve İtalya’da sürdürdüklerini görüyoruz. Bu “çağrışımlar” küçük isimlerde de var: “Genç Bedri Pejani” Tiran’dan İstanbul’daki kuzenlerine gönderdiği Fransızca mektupta “Türkçe yazamadığını ama evlerinde Türkçe konuştuklarını” belirttikten sonra temaslarını sıklaştırmaları ricasında bulunuyor, aile fotoğrafları istiyor.

  Melek Bakkalu Paris Senfoni Orkestrası’nda “birinci keman”. Geysu Basha (Paşa?) İtalya’nın en yetenekli ve güzel piyano virtüözlerinden biri. Geysu Hanım’ın tek oğlu “Sadi Aksaraj Pasallari” de (Aksaray Paşaları?) yurtdışına gitmiş. Oğlu Rasim Pasallari’yi kızı Lejla (Leyla?) ile oğlu Semih’e kadar izleyebildik.

  İşte, böylesine geniş bir hısım akraba çevresi var yapayalnız bir adam olarak bilinen “kahramanımız” Sakallı Celal Bey merhumun.”


  Hem bu son cümleye, hem de gerçekten yalnız bir adam olduğunu bilmeme rağmen sormak isterdim yazara yine de: “Hani yalnızdı bu Celal Yalnız?”

.

13 Aralık, 2009

Salutation (İngilizce İçerik)


This post has been inspired by Per aspera ad astra.

pound 

Salutation

O generation of the thoroughly smug
and thoroughly uncomfortable,
I have seen fishermen picnicking in the sun,
I have seen them with untidy families,
I have seen their smiles full of teeth
and heard ungainly laughter.
And I am happier than you are,
And they were happier than I am;
And the fish swim in the lake
and do not even own clothing.

                             Ezra Pound

                                            Photo @ Richard Avedon

06 Aralık, 2009

Bhopal


   World Press Photo of the Year… 1983, 1984, 1985…

  Bu ardışık yılların ilkinde (‘83) Mustafa Bozdemir aldı bu ödülü, aynı yılki büyük Erzurum-Kars depreminde ölen beş çocuğuna ağıt yakarken görüntülediği (aşağıda) anneyle.

Mustafa Bozdemir - Erzurum, Kars Depremi

  1985 yılındaki ödül ise, daha önce de bahsettiğim güzel bir kızı, Omayra Sanchez'i ölümsüzleştiren Frank Fournier'e verildi.

  Bu yazı da, World Press Photo’nun verdiği ödülden ziyade, yukarıda bahsettiğim iki fotoğraf ile ortak noktası bu ödül olan bir başka fotoğrafın içeriğindeki kahredici bir bakışa neden olan bir felaketin yıldönümü olmasıyla ilgilidir.

  Aralık 1984’te gerçekleşen, Hindistan’ın Madhya Pradesh eyaletinin başkenti Bhopal’deki tarihin en büyük sanayi felaketinden söz ediyorum.

Pablo Bartholomew - Bhopal Felaketi
  Union Carbide isimli şirketin Bhopal’de bulunan kimyasal madde fabrikasındaki, ilk üç günde 8,000 kişiyi, direkt ve dolaylı etkilerle de 25,000 kişiyi öldürdüğü ve 500,000 kişiyi de yaraladığı tahmin edilen sızıntının etkileri bugün dahi sürmekte.

  İşte bu felaketin (başka birçok kaynakta da Bhopal’le iligili yazı ve fotoğraflara rastlamanızın mümkün olduğu) 25. yıl dönümünde, ölüleri gömmeye götüren araçları takip ederken yolda rastladığı, sızıntıdan ölen bir kızın fotoğrafını çekerek (yukarıda) World Press Photo of the Year (1984) ödülünü alan Pablo Bartholomew’in bu sarsıcı fotoğrafı da dahil, birkaç yazı, video ve fotoğrafı da paylaşmak istedim.

“Zehrin miktarı (sudaki), Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği en üst seviyenin 1000 katıydı.”

       Alternatif: Youtube Bağlantısı

In this Friday, Aug. 7, 2009 photograph, Hira Lal, who has lost the ability to move and hear, lays on a makeshift bed outside his shanty in Bhopal, India. (AP Photo/Saurabh Das)

In this Friday, Nov. 20, 2009 photograph, a physiotherapist holds the leg of a seven year old child at a clinic run by a non-governmental organization to cater to victims of the gas tragedy in Bhopal, India. (AP Photo/Saurabh Das)

     Devamı… 

.

29 Kasım, 2009

1 Numaralı Balat #2


  Arturo Benedetti Michelangeli, kusursuzu arayan ve dolayısıyla üzerine eğildiği her eserde mükemmeli yakalamış, takıntılı bir piyanisttir. Vladimir Horowitz gibi, o da Chopin’in 1 numaralı baladını (op.23 no.1) olağanüstü çalmıştır. Başka bir yazımda uzun uzun anlatacağım bu İtalyan, Lang Lang gibi gülünç insanlarla aynı yüzyılda doğduğu için oldukça da şanssızdır. Klas kelimesi, sıfat olarak bu adama yakışmaktadır; şüphesiz bu adam üstün niteliklidir.


Arturo Benedetti Michelangeli, Chopin's Ballade No. 1 in G minor, Op. 23

.

22 Kasım, 2009

Fransız Kadını


  Ahmet Haşim’in, “Bize Göre” ve “Seyahatte” başlıkları altında İkdam gazetesinde yayımlanan yazılarının toplandığı eseri Bize Göre‘nin (hatırladığım kadarıyla Alkım Yayınevi basımına sahiptim) 104. sayfasında şu tespit (uzun zaman önce kaydettiğim bu cümlelerin yazı başlıklarını not almayı unuttuğumu itiraf edeyim) yer almaktadır:

“Kadınlar için gerçek çekiciliğin ezeli ilkesi, bize göre daima şundan ibaret kalacaktır:

Çok konuşmamak ve yılışmamak.”

  Birkaç sayfa sonra ise, bahsi geçtiğinde çoğumuzun zihninde belirli bir çağrışım yaptığını düşündüğüm (muhtemelen aklınıza bir de sinema oyuncusu geliyordur) Fransız kadınıyla ilgili şu cümleler yer almaktadır:

“Gayet sade giyinen hatta kıyafetçe ilkel bir şekil oluşturan bu çoğunlukla henüz saçlarını kestirmeyen kadının bütün tehlikeli çekiciliği, ağırbaşlılığından, saflığından, konuşmasından ve bilhassa o anlatılmaz cilve ve edasından geliyor. Bunlar, bütün dünyanın en güzel kadınlarına, Parisli kadının cesaretle meydan okuyabilmesi için yeterlidir.
---
Fransız kadını dünyanın diğer kadınlarını sırma ve ipekten örülmüş en sihirli kıyafetlere soktuktan sonra, onları sırtüstü yere getirir. Bir aşk dakikasının lezzetine sonsuzluk verecek gücü taşımayanlar, süsten medet ummakta belki çok haklıdırlar. Fakat ipekler ve boyalar, ruhun eksikliklerini bilmem ki nasıl tamamlayabilir.” (122. Sf)

***

“Fransız kadını ruhunu cisminden ayırmayı biliyor. Bu büyük bir hüner ve yeterli bir erdemdir.” (124. Sf)

  Kuşkusuz, bu güzellikte tarifler yapabilecek çok az kalem vardır ki, Ahmet Haşim bunların en önde gelenlerindendir.

.

17 Kasım, 2009

Haber Sitelerinden Şikayetçiyim

 
asfasfstock-vector--vector-inet-news-icon-35757634
  Müstear Efendi, uzun zamandır takip ettiğim sitesi Martaval’da önemli bir konuya değinmiş dün. “Ntvmsnbc’den Şikayetim Var” başlıklı bu yazısını okumanızı tavsiye ediyorum. Konunun tartışılması gerektiği hususundaki görüşünü de belirtmiş ki, bence yazıdaki asıl önemli nokta da burası. Yorum bölümünde faydalı ve yapıcı bir görüş alışverişi yapılıyor.

  Haber sitelerinden çokça şikayeti olan biri olarak, yazıyı takip etmenizin olumlu olacağını ve bir de bu minvaldeki yazıları, aşağıdaki gibi bir bağlantılar topluluğunda biriktirebileceğimizi düşünüyorum.


   Bağlantılar:

- Ntvmsnbc’den Şikayetim Var - Martaval

- Gammaz Olmaya Karar Verdiğim An ve Haber Almanın Birkaç Yolu #1 – A Propos of the Wet Snow

- Gammaz Olmaya Karar Verdiğim An ve Haber Almanın Birkaç Yolu #2 – A Propos of the Wet Snow

- Hürriyet okurları o yorumculardan mı ibarettir? Değilse, öbürleri nerededir? – Taraf (Alper Görmüş)

- Artık ikna oldum: “Kötü” okur yorumlarını eleyen elekleri var! – Taraf (Alper Görmüş)
.

11 Kasım, 2009

Hürriyet, 1980 Ansiklopedik Yıllığı #3


(Önceki yazının devamı…)

Hrriyet[2]

Kronolojik yurt ve dünya olayları, geçen yılın içte ve dışta en önemli 10 olayı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının ve başbakanlarının biyografileri, geçen yılın sanat olayları, son 10 yılda dünyadaki en önemli gelişmeler, sağlık bilgileri, dünyadaki dinler, 21. yüzyıl dünyası, enerji, ekonomik ve dünya hareketlerinin incelenmesi ve tarihi, coğrafi konuları içeren binlerce bilgi…

Fiyatı: 100 LİRA


  1979’DA TÜRKİYE’DE NELER OLDU?


1979’da Türkiye’de Anarşi Doruktaydı…

  * 1979 yılında en yüksek noktasına varan enerji bunalımı, tüm yurtta hayatı felce uğrattı. Enerji bunalımının yanı sıra döviz sıkıntısı da ülkemizi zor günlere itti.

  Türkiye’de 1979’a iki önemli sorun damgasını vurdu. Bunlardan biri terör, öteki ekonomik bunalımdı.


K.Maraş Olaylarının Tarihi Duruşması

  * Kahraman Maraş’ı kana bulayan korkunç olayların davasına 1979 yılında devam edildi…

  Adana Kapalı Spor Salonunda 4 Haziran 1979 günü Türkiye adalet tarihinin en çok sanıklı davası. Bu, “Kahramanmaraş olayları” diye anılan ve 111 kişinin ölümüne yol açan olayların duruşmasıydı. Adana, Kahramanmaraş ve Urfa illeri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesince bakılan davanın sanık sayısı 592’si tutuklu olmak üzere 813 idi. Bu sanıklardan aralarında on da kadın bulunan 330’u idam istemiyle yargılanıyordu.


Abdi İpekçi Öldürüldü…

2 şubat 1979 tarihli Milliyet (Cihan Demirci arşivi) * Türk basınında demokrasinin savunucusu gazeteci Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca, cezaevinden kaçmayı başardı.

  1979’da, ondan önceki yıl gibi şiddet olaylarının ve terörün tırmandığı bir yıl oldu. 2 Şubat 1979 günü siyah başlıklarla yayınlanan gazeteler terörün doruk noktalarından birini simgeliyordu. Ve Hürriyet, siyah başlıkla çıkış nedenini açıklayan yazısında, 1979’da terörün kanlı tablosunu çerçeveliyor, şiddet olaylarının boyutlarını tümüyle özetliyordu. Hürriyet’in “Siyah Başlık Çünkü..” adlı yazısı şöyleydi:

  “Siyah başlıkla çıkıyoruz. Bunun elbette bir değil, birden fazla nedeni var…

  Aylardan beri terör durmak bilmeksizin tırmanıyor. Öğretmenler, öğrenciler, işçiler, savcılar, polisler ve nihayet…” (…)


Olaylı Bir 1 Mayıs Daha…

  * Sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen 1 Mayıs 1979’da olaylar meydana geldi.

  * Türk-İş Başkanı Halil Tunç ayrıldı, yerine başkanlığa İbrahim Denizciler seçildi.

  Türkiye’de uzun yıllar bazı gruplar tarafından özel olrak kultanan ve 1976’da yığınsal büyük törenlerle kutlanmaya başlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın 1979 yılında kutlanması başlıbaşına bir olay oldu ve 1 Mayıs günü Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine yol açtı. 1 Mayıs öncesinde başta DİSK Genel Başkanı olmak üzere bazı sendikacılar, 1 Mayıs günü ise başta TİP Genel Başkanı olmak üzere bini aşkın kişi gözaltına alındı.


Kanlı Baskın

  * Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğini basan Filistinli dört gerilla ölüm cezasına çarptırıldılar…

  Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’nin Filistinli gerillalar tarafından iki Türk güvenlik görevlisinin şehit edilerek basılması ve elçilikte bulunan 17 görevlinin 45 saat rehin tutulması, 1979 yılının, boyutları Türkiye’nin sınırını aşan, sonuçları dış politikaya yansıyan önemli ve olağanüstü heyecanlı bir olay idi.


Ara Seçimden AP Galip Çıktı…

   * 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerinde Adalet Partisi beş milletvekilliğinin tamamını alıp, senatörlüklerin de çoğunu kazanınca CHP iktidarı bıraktı…

  Türkiye 1979 yılı içinde, sonucuyla hükümet değişikliğine yolaçan önemli bir seçim geçirdi. Seçim, aslında Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme ve beş ilde miletvekili ara seçimiydi ama, daha kampanyanın başında bir genel seçim havasına bürünmüştü.


Kıbrıs’ta Durum 1979’da da Sonuca Bağlanamadı…

   * Uzun Yıllardır çözümlenemeyen bir sorun olarak Türkiye’nin iç ve dış politikasında baş sıralarda yer alan Kıbrıs konusu 1979 içinde de aynı niteliğini sürdürdü.

  Kıbrıs sorununda 1974 Barış Harekatından bu yana en önemli sayılabilecek gelişmelerden biri, iki yıl aradan sonra toplumlar arasında ikili görüşmelerin yeniden başlaması oldu. Denktaş ile Kipriyanu’nun “zirve” buluşması ise 1979’un umut veren olayı idi.


Papa Türk Toprağını Öptü…

papa[18]   * Ortodoks ve Katolik kiliselerini birleştirmeyi amaçlayarak Türkiye’ye gelen Papa’nın ziyareti dünyada yankılar uyandırdı.

  Katolik dünyasının lideri Papa John Paul II.’nin Türkiye’ye ziyareti, hem “Hristiyanlığın birleştirmesi” çabaları yönünden Hristiyan alemde önemle izlendi, hem bu ziyaretin İslam ülkelerinde dinsel toplumsal hareketlerin doruk noktasına ulaştığı bir döneme raslaması bakımından ilgi topladı.


Deniz Yandı…

  * Haydarpaşa açıklarında Yunan Şilebi ile çarpışarak yanan Rumen Tankeri İstanbul’lulara korkulu günler yaşattı.

  * Atatürk’ün yatı Savarona ada açıklarında yanarken Türk milletinin de yüreği yandı.

  İstanbul 1979’un son aylarında heyecan, korku ve üzüntü veren iki deniz yangınını ardarda yaşadı.


1979’da Zamlardan ve Devalüasyondan Kurtulamadık…

  * Hayat pahalılığı, tıpkı terörün olduğu gibi, 1979 yılında da tırmanışını sürdürdü. 1979 yılında enflasyon hızının yüzde 70’i bulduğu, işsizlik oranının yüzde 15’e ulaştığı hesaplanıyor. Bu, ağır bir ekonomik bunalım tablosu demekti.

.

09 Kasım, 2009

Hayal Gücü Nedir? ~ "Danse Serpentine"


  TDK: (isim) - Zihnin hayal yaratma yetisi, düş gücü, imgelem, muhayyile.

  Ciddiyet ve önemini kavramak amacıyla, aşağıdaki cümleleri dikkatle okumanızda fayda olduğunu düşünüyorum.

  1896, -Tarkovski’nin deyimiyle- film sanatının doğduğu yıldır. On dokuzuncu yüzyıla dahil olan  bu yılda (şu anda yirmi birinci yüzyıldayız), iki Fransız kardeş (Lumiére), aşağıdaki filmin siyah-beyaz olarak çekilmesini sağlamışlar ve daha sonra bu filmin kareleri elle boyanarak aşağıdaki şekle getirilmiştir. Bu filmin adı Danse Serpentine’dir.

  Tekrar etmek isterim; aşağıdaki film on dokuzuncu yüzyılda çekilmiştir. Yirmi birinci yüzyıl sinemasının dahi çocuklarına duyurulur.



  Bağlantılar:

- Lumiére Kardeşler 

.

04 Kasım, 2009

Procession


  Sabah uyandınız ve soğuktan titriyorsunuz. Önce kalın bir şeyler giydiniz; belki bir kazak ve üzerine yün bir hırka. Pijamanızın altı inceyse daha sıcak tutacak bir eşofmanı tercih ettiniz muhtemelen. Ayağınıza da bir çift patik geçirdiniz. Gözlerinizde çapaklar var, yüzünüzü yıkamanız gerekiyor. Musluğun başına gitmeden önce son bir kez daha tüm o kalın giysilerle yatağa uzandınız. Yataktaki keyif seansınızda gözlerinizi tavana diktiniz ve fakat düşünecek hiçbir şeyinizin olmadığını farkettiniz, dolayısıyla dert edecek.

  Bir dakika sonra yatakta tekrar doğruldunuz. Banyoya gitmeden önce gerinecek ve esneyeceksiniz. Kollarınızı iki yana açıp geriye doğru götürerek garip bir ses çıkardınız. Belki dee benimki gibi bir ailede büyüdüğünüz için, kollarınızı iki yana açarken istemsiz bir şekilde çıkardığınız ses “allaaağğhh” şeklindeydi. Musluğun başında gelip soğuk suyla münasebet kurarken ise, garip seslerin yerini garip hareketler aldı. Suyu yüzünüze, avcunuzun içindekinin tamamı değmeyecek şekilde on beş santimetre uzaktan çarptınız. Havluyu elinize alana kadarki sürede ise yine garip sesler çıkarmaya başladınız: “Iyy, Uyy, Vıyy.” (İşeyecekseniz bir de, işeyin, bekliyorum.)

  Mutfağa gidip ısıtıcıya su koydunuz. Bu arada portmantonun önünde duran terlikleri de ayağınıza geçirdiniz. Isınan suyla kahve yaptınız ve bilgisayarın başına geldiniz. Hava hala çok soğuk ancak sıkı giyindiniz ve içebileceğiniz sıcak bir şeyler var artık. Son olarak odanın penceresini açıp bilgisayarınızın başına oturduktan sonra aşağıdaki videoyu tam ekran yaparak izlemeye başladınız. Dışarıdan (sokaktan) hiç ses gelmiyor. Hayat yavaş yavaş ilerliyor ve sırtınıza soğuk vuruyor.

  Şimdi kendinizi iyi hissediyorsunuz, hâlâ düşünecek bir şeyiniz olmamasına rağmen. Sahiden.

Flew to Svalbard, boarded a zodiak to a glacier, sat down on a block of crystal ice on a black beach and recorded a video. Relax and enjoy!

.

31 Ekim, 2009

İki Bin On Model Raskolnikov


“Suç ve Ceza, David Zane Mairowitz tarafından cesurca ve canlı bir anlatımla uyarlandı. Ressam Alain Korkos tarafından çizilen bu tersine kurgulu katil-kim polisiyesi; kendisinden hiç kuşkulanılmayan katilin kendini ihbar etmesiyle sona erer. Ama ruhu selamete erebilecek mi?”

“(Wikipedia.en) David Zane Mairowitz (born 1943, New York), is a writer. He studied English Literature and Philosophy at Hunter College, New York, and Drama at the University of California, Berkeley.”

 
  Haberdar olmayanlar için; NTV Yayınları, Çizgi Roman Dünya Klasikleri adı altında yayımladığı serinin dördüncü kitabı için Suç ve Ceza’yı seçti. (İlk kitap olarak Kafka’nın Dava’sını yayımlayan NTV’nin bu seride ne kadar istikrarlı seçimler yaptığını görmek için bundan önce yayımladığı –serinin üçüncü- kitabının ismine bakmak yeterli: Frankenstein. Fakat yukarıdaki çizimlerdeki yaratık değil Frankenstein, yanıldınız. Raskolnikov o; Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin romanı Suç ve Ceza’nın protagonisti Raskolnikov.)

  Öncelikle görülüyor ki UC Berkeley’de drama eğitimi almak insanın ufkunu böylesine açıyor ve onu bu derecede vizyon sahibi yapıp cesur kılıyor. Yani, bin yılın romancısının eserlerinden birini alıp istediğiniz gibi zarar vererek adını Suç ve Ceza bile koyabiliyorsunuz. Sonra da insanlarının kitap okuma oranlarının –edebi değeri olan eserlerden bahsediyorum- sıfıra yakın olduğu bir ülkede, o ülkenin en popüler kurumlarından biri bu çalışmanızı yayımlıyor ve belki de daha önce Dostoyevski adını duymamış küçük çocuklar onunla bu şekilde tanışarak büyük bir hataya düşüyorlar, doğrusu düşürülüyorlar.

Çizgi Romanın Orijinali  On iki yaşında bir çocuğun bu çizgi romanı okuduktan sonra Dostoyevski’nin asıl eserini okuduğunu düşünelim. Artık bu çocuğun zihninde başka bir Raskolnikov karakteri yaratması mümkün müdür? Yahut başka bir cinayet sahnesi?

  Çizgi romanlarla ilgili bir takıntım yok tabii ki. Fakat çizgi romanın bir sanat dalı olması, her çizilenin de sanatsal olduğu sonucuna götürmez bizi. Zagor’u okuyan birinin, zihninde, çizimlerdeki gibi bir Zagor yaratmasında bir sakınca yoktur, çünkü Zagor odur. Orijinal ve özgündür.

  Suç ve Ceza’nın bu halinin bir uyarlama olduğu belirtiliyor ve fakat tam da bu noktada insanlar yanıltılıyor. Bu çizgi roman için hazırlanan reklamlarda, kitabın aslı yerine bu hali okunduğunda, eserin özüne vakıf olacak kadar yeterli bir aktiviteyi gerçekleştirmiş gibi hissettiriliyor insana. Bu büyük bir saygısızlık.

  Asıl sorun iki noktada yatıyor. Birincisi, –burada zannedildiği gibi- okumayı kolaylaştırmak, okunacak eserin muhtevasına müdahale ederek yapılmaz. Okumayı kolaylaştırmak dış etkenlerle ilgilidir, okunacak eserle ilgili değil. Eğer bunun başka bir eser ve sadece bir uyarlama olduğunu söyleyecekseniz, o zaman da bu çalışmanın Dostoyevski’nin romanıyla aynı adı taşımasının ahlaki olmadığını söylemek isterim. Aynı adı taşıması, telif haklarıyla ilgili bir sorun yaratmayabilir. Bu noktadaki sorun ceplerin dolmasıyla geçiştirilebilir. Ancak insanlık mirasına saygı göstermek açısından, bu çizgi romana Crime & Punishment adını verip üstüne de Dostoyevski’nin adını yerleştiremezsiniz. Yerleştirirseniz de bu kitabın eğlencelik olduğunu ve çocukların okumaması gerektiğini reklamlarında belirtmeniz gerekmektedir.

  İkincisi ise, hem yazarın hem de bu kitabı bu ülkede yayımlayanların yaptıkları işi içlerine sindirebiliyor olmaları. İllüstrasyonların yaratıcısı Alain Korkos’a ise değinmek istemiyorum. Kötü bir şekilde değinilecek bir iş bile yok ortada.

  Son sözüm bir ricadan ibaret. Eğer çocuklarınıza çizgi roman okutacaksanız Tommiks okutun, Suç ve Ceza değil. Hayal güçlerine pranga vurmaktan imtina edin.

.

25 Ekim, 2009

Van Gogh: The Letters with Sketches (İngilizce İçerik)


***
(Van Gogh’un -artık herkesçe bilinen- mektuplarından (en geniş içeriği bu bağlantıda bulabilirsiniz) birkaç örnek var aşağıda. Birlikte verildikleri resimler ise -orijinallerinde olduğu gibi-, Vincent Van Gogh’un mektupları yazarken yanlarına iliştirdiği çizimlerden ibaret. Buradakinden daha fazla örneği BibliOdyssey adlı sitede bulabilirsiniz.)
***

  These are the sketches of Vincent van Gogh, which had been attached to his letters. You can access a larger database –all Van Gogh’s letters to his acquaintances- here in official page. This post has been inspired by BibliOdyssey.

  Four People on a Bench                               To Theo from The Hague, 1882 – September

Four people on a bench"Well, I hope that the small bench, even if not yet saleable, will show you that I have nothing against tackling subjects with something agreeable or pleasant about them, which are thus more likely to find buyers than things with a more sombre sentiment

I’m adding another to the small bench as a pendant, also a part of the woods. I drew the bench after a larger watercolour that I’m working on in which the tones are deeper, but I don’t know whether I’ll succeed in carrying it out or completing it. The other was done after a painted study.

There’s so much paint around that it has even got onto this letter — I’m working on the big watercolour of the bench. I hope it comes off, but the great problem is to retain detail with deep tone, and clarity is extremely difficult. Adieu again, a handshake in thought, and believe me.”

Ever yours,
Vincent

 

Miners in the Snow Winter                       To Theo from The Hague, 1882 – October

Miners in the snow winter

“Imagine, this week to my great surprise I received a package from home — with a winter coat, warm trousers, and a warm lady’s coat. I was very touched.

The churchyard with the wooden crosses is often on my mind, so I may do some studies for it in advance – I would like to do something like that in the snow – a peasant funeral or the like. In short, an effect like the enclosed scratch of miners. Just to complete the seasons, I’m sending a scratch of spring and one of autumn with it, which I thought of while making the first. (…)

Adieu, and write as soon as you can, and believe me.”

Ever yours,
Vincent


Man in a Village Inn
              To Theo from the Hague, 1883 – March

man in a village inn "Here’s a scratch, for example, that I did in that kind of daydream. It shows a gentleman who has had to spend the night at a village inn due to the late arrival of diligence or some such reason. Now he has risen early, and while he orders a glass of brandy for the cold he pays the innkeeper’s wife (a woman with a peasant’s cap). But it’s still very early in the morning, ‘the crack of dawn’, — he must catch the mail-coach — the moon is still shining and the glistening snow can be seen through the window of the taproom — and the objects cast oddly whimsical shadows.

This story is really nothing at all, and the scratch is nothing too, but from one thing and another you’ll perhaps understand what I mean, namely that of late everything had a je ne sais quoi that made one feel like scribbling it down on paper.

In short, the whole of nature is an inexpressibly beautiful Black and White exhibition when there are those snow effects." (…)

Adieu, with a handshake.

Ever yours,
Vincent


   Bağlantılar:

- Van Gogh Letters

- BibliOdyssey

 

   EKLEME:

“Milyonlarca insanın hayranlığını toplayan, tabloları milyonlarca dolara satılarak rekorlar kıran Hollandalı ressam Vincent Van Gogh, iç dünyasında fırtınalar yaşamış bir sanatçıydı.

37 yaşında intihar eden Van Gogh'un bazı mektupları yeni ortaya çıkarıldı.

Yayıncılar resim dünyasında egemen olan Van Gogh imajını değiştirmeyi, ressamın çektiği iç eziyetlere ışık tutmayı amaçlıyor.” [BBC]

.

23 Ekim, 2009

Küçükbaş


  Site: Onexposure

  Sanatçı: Gauvar Patil

Lavasa Rain

Lavasa Rain by Gauvar Patil 



  Site: Onexposure

  Sanatçı: B. Neeleman

Rain over the Sheeps

Rain over the Sheeps by b.neeleman 

 

  Site: Lost in Shots

  Sanatçı: Marina Kuttig

Love

love


  Site: Onexposure

  Sanatçı: Adrian Donoghue

Shepherd

shepherd #2 by Adrian Donoghue



  Site: Onexposure

  Sanatçı: Teuku Jody Zulkarnaen

Go Home

Go home by Teuku Jody Zulkarnaen 


  Site: A Walk Through Durham Township

  Sanatçı: Kathleen Connally

Two Sheep



  Site: Onexposure

  Sanatçı: Rui Pires

Rural Moments

Rural Moments by Rui Pires 

.

18 Ekim, 2009

Üslup ve Seda


  Bu sabah, marketteki gazete ve dergileri kendimden geçmiş bir şekilde incelerken (dergilerin çoğunu orada okuyup para vermiyorum), Theo Angelopoulos’un senaristi, çevirmen ve yazar, Petros Markaris’in röportajına rast geldim Taraf gazetesinde. Markaris’in, röportajı yapan Sibel Oral isimli hanımefendinin, “Şiir nasıl ayrılıyor? Yunanistan’da şiir romana göre çok daha önemli sanırım...” (Türk edebiyatıyla karşılaştırmasını istiyor) sorusuna verdiği cevap, mülakattaki ilgimi çeken noktaydı:

“İşte orada Türk edebiyatıyla ayrılıyor. Yunanistan’da edebiyat demek şiir demektir. Ayrıca mesela Yunan edebiyatında üslup konudan çok daha önemlidir. Ama bu durum birçok şeye engel oluyor. Mesela Avrupalılar Yunan romanlarını okuyorlar ve “ee bir şey olmuyor” diyorlar roman için. Çünkü bizim için önemli olan üslup, konunun ne olduğu değil.”

  Bu paragrafı okuyunca, geçen hafta yazdığım yazıdaki bir cümlede, absürt-saçma ikileminde kaldığımı ve Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah isimli romanından, defterlerimden birine kaydettiğim bir paragrafın aklıma geldiğini hatırladım. Kendi yazımdaki takıldığım nokta, bir şeyin mantıksız olduğunu anlatmak için kullandığım absürt kelimesinin yerine neden saçma kelimesini kullanmayı tercih etmediğimdi. Bu kelimelerden birini seçip kullanacağım cümleyi, ayrı ayrı ve yüksek sesle okuduğumda, saçma kelimesinin yazının gidişatına göre çok agresif durduğunu düşündüm ve Halid Ziya’nın pasajı da tam bu noktada zihnime takıldı. Bu pasajı paylaşmadan önce Markaris’in bahsettiği Yunan şiirinden ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte  Nev-Yunanilik eğilimini başlatan Yahya Kemal Beyatlı’dan birer örnek vermek istiyorum.


Gözkapakları / Andreas Embirikos

Her zamanki gibi çileden çıkmış su                      
Bir şelale gibi düşüyor yıllar
Ve bir feryat ürkütüyor kuşları.

Fakat bahçeler kayıtsız bunlara
Mutluluk kozalakları ıslık çalar yapraklarda
Elmalar kıpkırmızıdır
Ve yoldan geçen biri koparır birkaç tane.

                    Çeviri: İsmail Haydar Aksoy


Sicilya Kızları / Yahya Kemal

Sicilya kızları, uryân omuzlarında sebû,
Alınlarında da çepçevre gülden efserler,
Yayar bu mahfile a‘sâbı gevşeten bir bû;
Ve gözleriyle derinden bakar, gülümserler
Sicilya kızları, uryân omuzlarında sebû...

Hadîkalarda nevâ-gîr iken şadırvanlar,
Somâki kurnalarından gümüş sular dökülür;
Ve hep civâra serilmiş kadîfe dîvânlar
İçinde, bûseden ölmüş vücûdlar bükülür,
Hadîkalarda nevâ-gîr iken şadırvanlar...

Gerer beyaz kuğular nâzenîn boyunlarını;
Füsûn-ı nevm ile, görmez bu âteşîn ravza
İçinde dalgalanan huzûz-ı rehâvetle hâvz-dan havza,
Gerer beyaz kuğular nâzenîn boyunlarını...


  Absürt-saçma örneği ile Markaris’in bahsettiği üslup anlayışından yola çıkılan bir yolda durulabilecek en güzel durak olan bu Halid Ziya pasajı arasında pek bir benzerlik de yok aslında. Varsa da, temel zemindeki bir fikir yakınlaşmasından ibaret olabilir sadece. Halid Ziya’nın bahsettiği (söylettiği), derinlikli bir kavrayış ve anlayış, dilin kullanımıyla ilgili.

  “Bence kelimelerin mevzu manasından başka bir de nasıl tabir edeyim seda manası vardır. Bilmem herkes hisseder mi? Fakat ben mesela nâliş kelimesinin mahzun edasını, pervaz kelimesinin tayeran meylini, feryat kelimesinin yırtıcı ahengini pek iyi duyuyorum. İnsanda bu duyuş zevki olduktan sonra mesela: “bahr-i sükûn-perver” diyemez, bahr kelimesinin o bir harekede toplanan üç kuvvetli harfinden hususiyle sonundaki ra’nın tesadümünden hâsıl olan tasavvut şiddeti ister ki bu kelime bir set mana tavirinde kullanılsın. Mesela bahr-i huruşan, yahut bahr-i pür-huruş… Sanki bahir kelimesi de o sıfatla beraber şişiyor değil mi? Buna mukabil “derya-yı sakin” derim, çünkü derya kelimesi de sakin; onda da bir sükûn var ki sıfatı sıfatın manasından ziyade izah ediyor.”

Mai ve Siyah – Halid Ziya Uşaklıgil

.

13 Ekim, 2009

Mercedes Sosa'nın Ardından


(BBC)


“Geçen hafta sonu 74 yaşında ölen Arjantinli bir folk şarkıcısı Mercedes Sosa, müziğiyle Latin amerika'nın askeri diktatörlüklerine direnişin simgelerinden biriydi.”

  BBC böyle tarif etse de onu;

Artists are not political leaders. The only power they have is to draw people into the theater.”

cümlelerinin sahibi de oydu.

**Sanatçılar, birer siyasi lider değildir. Sahip oldukları tek güç, insanları tiyatroya çekmektir.
.

09 Ekim, 2009

Pasaj


  Bir yazarı sevmemenin elle tutulur bir nedeni olması gerektiğine inanmadım hiçbir zaman. Sevmek ve inanmak çok farklı şeyler ve ayrıldıkları nokta da tam olarak burada çetrefilleşiyor. Kişi Dostoyevski’yi sevmeyebilir. Neden mi? Sakalı uzundur, hastadır, kokuyordur, takıntılıdır, inatçıdır, kıskançtır, kumarbazdır, budaladır… Her ne kadar, ölümünden yüz yıl geçtikten sonra kullanılabilecek, “Dostoyevski’yi sevmemek” ifadesi absürt gibi görünse de, onunla aynı dönemde yaşayan biri için bu çok normal olmalıdır, aynen şu anda olması gerektiği gibi.

  Fyodor Dostoyevski’nin komşunuz olduğunu düşünün. Kumar oynamak için sizden borç aldığını ve borcunu da ödemediğini. Bir de, geri istemenize rağmen oralı olmadığını. Böyle bir adamı sever miydiniz? Tam da bu yüzden kimseyi sevmek zorunda değilsiniz. En küçük nedenler bile sevmeyi istemediğiniz bir kişiye olan sevgisizliğinizin en güçlü sebebi oluverir sizin için. Fakat burada bir ayrıntı var:

  “Dostoyevski’ye inanmıyorum” dediğinizde gülünç duruma düşersiniz.

  ***

  Foucault’yu sevmiyorum. Hayır, postmodernistleri sevmediğimden değil, Derrida’yı sevdiğim aşikar. Postmodernistleri sevmeyip Terry Eagleton’ı  sevmenin de çok kolay olduğunun fakındayım. Yine de Foucault’yu sevmememin nedeni bu değil.

  Kel olduğu için sevmiyorum. Gözlüklü olduğu için de. Bir de kameraya bakıp verdiği o ünlü poz için, Chomsky ile yayında tartıştığı için belki de, bilmiyorum. Tabii kii Foucault ile Dostoyevski’yi bir tutmuyorum; “Michel Foucault’ya inanmıyorum” dediğinizde kimse size gülmeyecektir muhtemelen. Ancak birini sevip diğerini sevmemenin, dehalarının büyüklüğüyle ilgili olmadığını söylüyorum sadece.

  Foucault’ya inanıp inanmama konusunda ise hiçbir fikrim yok henüz, inanın. Yine de tüm bunlar, Foucault okumama engel olmuyor.

  Önemli olan Dostoyevski’yi sevip ona inanmak ancak bunu okumadan yapmak değil; Foucault’yu sevmeseniz bile ona inanmak ya da inanmamak, ve fakat bunu yine de okuyarak yapmak sanırım.

  ***

Polisiye edebiyata gelince, Gaboriau’dan itibaren bu, ilk yer değiştirmenin peşinden gitmiştir: hileleri, kurnazlıkları, zekasının aşırı keskinliğiyle sunduğu suçlu kendini kuşku duyulamayacak bir konuma getirmiştir; ve iki yüksek zeka –katilinki ve dedektifinki- arasındaki mücadele, çarpışmanın esas biçimini oluşturacaktır. Suçlunun hayatını ve yaptığı kötülüklerin ayrıtılarını veren, suçlarını kendiliğinden itiraf edilen bir biçimde sunan ve çekilen azapları sayıp döken şu anlatıların iyice uzağında kalmaktadır: olayların ve itirafın sergilenmesinden yavaş bir keşif sürecine; azap anından araştırma safhasına; iktidarla olan fizik çarpışmadan suçlu ile dedektif arasındaki entelektüel mücadeleye geçilmiştir. Polisiye edebiyatın doğmasıyla ortadan yok olan yalnızca tek sahifelik suç destanları değildir; aynı zamanda köylü caninin şanı ve azabın karanlık bir şekilde kahramanlaştırılması da yok olmuştur. Halk çocuğu şimdi, ince gerçeklerin içinde, artık ne halk kahramanları ne de büyük infazlar vardır; suçlular burada kötü, ama akıllıdırlar; ve ağır ceza verilirse, bunun içinde acı çekmenin yeri yoktur. Polisiye edebiyat, suçluyu çevreleyen parıltıyı başka bir toplumsal sınıfa aktarmaktadır. Gazeteler ise gündelik olaylar başlığı altında, suçları ve bunların cezalandırılmalarının tekdüzeliğini destansız bir şekilde ele alacaklardır. Paylaşım yapılmıştır, halk suçlarından duyduğu eski gururundan vazgeçsin; büyük cinayetler bilgelerin sessiz oyunu haline gelmiştir.”

Hapishanenin Doğuşu – Azap Çektirmenin Görkemi, Michel Foucault

.

04 Ekim, 2009

Mercedes Sosa (1935 - 2009)


  Bir haber aldıktan sonra anlık tepkiler verip alelacele bir yazı yollamaktan pek hoşlanmıyorum, işin ucunda ölüm olsa bile.

  Bu kez kendimi tutamadım. Çok üzgünüm.

Mercedes Sosa & Joan Baez - Gracias a la vida

.

02 Ekim, 2009

Hürriyet, 1980 Ansiklopedik Yıllığı #2


(Önceki yazının devamı…

Hrriyet

Kronolojik yurt ve dünya olayları, geçen yılın içte ve dışta en önemli 10 olayı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının ve başbakanlarının biyografileri, geçen yılın sanat olayları, son 10 yılda dünyadaki en önemli gelişmeler, sağlık bilgileri, dünyadaki dinler, 21. yüzyıl dünyası, enerji, ekonomik ve dünya hareketlerinin incelenmesi ve tarihi, coğrafi konuları içeren binlerce bilgi…

Fiyatı: 100 LİRA


  1979’DA DÜNYADA NELER OLDU?


1979’da Dünyanın Gözü İran’daydı…

Iran,1980 Ayatollah Khomeini  *Şah’ın ülkesini terketmesi, Humeyni’nin dönüşü, eski yöneticilerin ve Şah taraftarlarının idamları,  kargaşalıklar, çatışmalarla İran 1979’da da olaylara sahne oldu…

  16 Ocak 1979 Salı günü saat 11.30’da Tahran’ın büyük güvenlik önlemleri altındaki “Mahrabad” havaalanında “Şahin” adlı Boeing 707 uçağının kapıları ile birlikte İran’da da bir dönem kapanıyordu. Aylardır ülkesindeki karışıklıkları durduramayan İran Şahı Rıza Pehlevi, resmi açıklamalara göre, “sağlık nedeniyle, dinlenmek üzere” yanında eşi Şahbanu Farah ve çocukları olduğu halde özel uçağına bierek bir daha dönüşü olmayacak yolculuğa çıkıyordu.

Savaş Uzakdoğuyu 1979’da Bırakmadı…

 * Çin, Vietnam ve Kamboçya geçtiğimiz yıl birbirleriyle savaştılar…

* Ülkelerinden kaçan Kamboçyalıların dramına dünya seyirci kaldı…

  Sıcak, tropik sisler arasından, kara bir hayalet gibi, küçük Çin teknesinin silüeti belirdi. Direği ortadan kırılmış, güverte bomboştu. “Çıkın dışarı! Hong Kong’a geldiniz!” diye polis müdürü elindeki megafonla seslendi. Önce teknede yaşlı bir adamın kafası belirdi, ardından 285 kişi terkedilmiş gibi görünen tekneden dışarı çıktılar.


Bakkal Çıraklığından İngiltere Başbakanlığına

thatcher * Batı dünyasında ilk kez bir kadın başbakan oldu.

* İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, 1979’da seçimleri kazanan Muhafazakar Parti lideri olarak Başbakanlığa getirildi…

Saçları sarı ve özenle yapılmış. Gözleri mavi ve kendisinden farklı düşünen herkese hayretle bakıyor. Konuştuğu zaman ağzından çıkan sözcükler özenle seçilmiş ve kültür düzeyi yüksek bir sınıfın konuşma biçimini yansıtıyor. Belki de biraz fazla kibar bir konuşma biçimi bu. İngiltere’nin ve Avrupa’nın ilk kadın başbakanı 53 yaşındaki Margaret Thatcher’in ilk dikkati çeken özellikleri bunlar.

 

Kabe Baskını…


* İslam dünyasını ayağa kaldıran olayın faillerinin kolları ve bacakları kesildi…

* Olay, tüm İslam ülkelerinde büyük tepki yarattı…

“Elhamdülillah. Elhamdülillah!” Suudi Arabistan İçişler Bakanı Prens Salman Abdülaziz, Müslümanların en kutsal yeri Kabe’nin içinde bulunduğu Mescid ül Haram’ın, iki hafta süreyle burayı işgal eden silahlı saldırganlardan temizlendiğini açıklıyordu.


Butto’nun İdamı Nefretle Karşılandı…

Zulfiqar_Ali_Bhutto  *Pakistan’ın gelişmesinde büyük payı olan Zülfikar Ali Butto’yu ölümden kurtarmak için tüm demokratik ülkeler çaba gösterdiler. Ancak, Pakistan’ın seçimle gelen başbakanı 1979 Şubatında idam edildi…

Pakistan’ı Ravalpindi şehri uykudaydı. Saat gece 01.45’de cezaevinin ölüm hücresinin bulunduğu koridorun kapısı açıldı. Birkaç kişilik görevli heyet, koridorun sonundaki hücrenin sürgüsünü açtılar. Aylardan beri çektiği ıstıraplardan tanınmayacak hale gelmiş adam korkuyla uyandı. Savcı, 5 Şubat tarihinde Yüksek Mahkemenin onayladığı idam kararının infaz edileceğini yatağından doğrulan adama bildirdi. Ülkesinin kaderinin yıllarca elinde tutmuş olan 51 yaşındaki eski Pakistan Başbakanı Zülfikar Ali Butto’nun son dakikaları gelmişti.


Kara Diktatörlerin Sonu…

* Ülkelerinde binlerce insan öldüren Uganda diktatörü İdi Amin ile, Orta Afrika İmparatoru Bokassa çareyi kaçmakta buldular.

1979 yılı yaz ayları Afrika’nın en gaddar, en kanlı üç diktatörünün sonu oldu. Bunlar Uganda Devlet Başkanı İdi Amin Dada, Ekvator Ginesi Diktatörü Francisco Macias-Nguema ve Orta Afrika İmparatoru Bokassa.


I.M.F : Eli Sıkı Para Babası Kuruluş…

* Gelişmekte olan ülkeler 1979 yılında da uluslararası para fonu kuruluşunun isteklerine boyun eğmek zorunda kaldılar…

İster Türkiye, ister Portekiz, Peru, Mısır ya da Zaire olsun, gelişmekte olan ülkelerin hükümetlerine zorlu günler geçirten bir kuruluş var: Bu, kısa adı IMF olan , Uluslararası Para Fonu , 1979 yılında başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkenin gazetelerinde en fazla yeri kuşkusuz merkezi Washington’da bulunan IMF aldı.


Hollywood’un Son Devi de Öldü…

0385_wayne_john  * Cary Cooper, Clark Gable, Humprey Bogart Tryone Power gibi Amerikan ve dünya sinemasına “altın devir” yaşatanların sonuncusu John Wayne’in ölümü ile Hollywood’da bir dönem kapandı…

Hollywood’un altın çağından kalan son dev de öteki dünyaya göçtü ve bir dönem kapandı. Gary Cooper, Clark Gable, Humprey Bogart gibi süper yıldızların ardından John Wayne de 11 Haziran 1979 günü uzun süredir meydan okuduğu ölüme yenik düştü.


Skylab Korkusu…

* ‘Düştü, düşecek, tepemize düşecek’ derken Skylab uzay laboratuvarı dünyaya tehlikesiz bir iniş yaptı. Ama, tüm dünyaya da 15-20 gün korkulu rüya yaşattı.

12 Temmuz 1979 günü bütün gazeteler günlerdir dünya kamuoyuna korkulu anlar yaşatan, milyonlarca kişiyi tedirgin eden uzay laboratuvarı “Skylab”in kimsenin burnunu bile kanatmadan dünyaya düşerek parçalanış haberini, “Düştü, kurtulduk”, manşetleriyle müjdeliyorlardı.

.

28 Eylül, 2009

Çalışma Odaları, Rusya


   Fantezileri bir kenara bırakırsak;

  Puskhin Çehov 
                         Puşkin                                                            Çehov

  Dostoyevski        Tolstoy
                              Dostoyevski                                                                   Tolstoy 

  * Fotoğraftakiler, Çehov ve Tolstoy’dur.

.

25 Eylül, 2009

Ursdon: The Territory of Loneliness


Yalnızlığın Memleketi


  Kırk yıl önce beş yüzden fazla hanenin bulunduğu Kafkas köyü Ursdon’da ayakta kalabilen hane sayısı üçten ibaret.

  Not: VGIK mezunu olduğunu sonradan öğrendiğim bir hanımefendinin filmi bu, Mariya Kozlova’nın. O kadar belliydi ki öyle olduğu. Filmdeki Viktor’u izleyince… Tekrar izleyince… Tekrar izlemek istedim.

22 Eylül, 2009

Hürriyet, 1980 Ansiklopedik Yıllığı #1

 

  Günlük müstakil siyasi gazete Hürriyet, Gökhan Özgün ve Nihat Genç tarafından şu şekilde tarif edilmiştir:

“Hürriyet okunmaz, takip edilir. Hürriyet’in söylediğinin, haberinin gerçekliği önemli değildir. Hürriyet’in kendisi bir siyasi hakikattir. Hürriyet’in kendisi bir siyasi güçtür.”                   Gökhan Özgün

“Bu ülkede kimse Hürriyet okumuyorum diyemez. Hürriyet bu ülkeyi yönetir ve yönlendirir.”  Nihat Genç

  İşte bu gazetenin 1980 yılında yayımladığı yıllığı çıkardım kitaplığımdan. Bu yıllığın arka kapağında, yıllığın içeriği şu şekilde özetlenmiş:

Hürriyet Kronolojik yurt ve dünya olayları, geçen yılın içte ve dışta en önemli 10 olayı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının ve başbakanlarının biyografileri, geçen yılın sanat olayları, son 10 yılda dünyadaki en önemli gelişmeler, sağlık bilgileri, dünyadaki dinler, 21. yüzyıl dünyası, enerji, ekonomik ve dünya hareketlerinin incelenmesi ve tarihi, coğrafi konuları içeren binlerce bilgi…

Fiyatı: 100 LİRA

 

  Tabii ki bu tip eski almanakları incelemek, her ne kadar Hürriyet’in o dönemki siyasal eğilimlerini yıllığa da yansıttığı açıkça görülse de,  birkaç sene önce basılmış bir almanağı incelemekten daha keyifli oluyor. Yine kitaplığımdan çıkardığım NTV Yayınları 2007 Almanağı ile Hürriyet’in 1980 Ansiklopedik Yıllığı’nı karşılaştırdığımda, Hürriyet’in yıllığının daha ilgi çekici olduğunu çabucak farkettim. Bunda en büyük pay, unutulmuş olması muhtemel olan çoğu olayın bu yıllıkta var olmasıyla beraber, bu olaylara şu anki bakış açımızla, o dönemin bakış açısı arasındaki farklılıkları ortaya çıkarmasında yatıyor. Hürriyet’in bu yıllığı, yukarıda bahsettiğim NTV yıllığıyla karşılaştırıldığında, daha çok bilgi ve detay içeriyor. NTV yıllığı, fotoğraflarla desteklenmiş ve her ayın önemli birkaç olayını uzun yazılarla anlatıyorken, Hürriyet’in yıllığının ilk yüz sayfası, günbegün yaşanan tüm olayları, “1979’un 365 Günü” başlığı altında ve  kısa metinler halinde okuyucuya aktarıyor. İlgi çekeceğini düşündüğüm bu yıllıktaki (özellikle de 1979 gibi bu ülke ve dünya için gayet önemli olayları içeren bir yıldaki) bazı detayları paylaşmak istiyorum. Öncelikle, 1979’un 365 Günü’nden seçtiğim rastgele birkaç günde yaşanan bazı olaylar şunlar:

22 Ocak 1979

  • Humeyni, İran’a dönmek için hazırlanıyor. Amerikalılar İranlı dini liderle iyi ilişkiler kurmaya çalışırken, İran Genelkurmay Başkanı, Humeyni’nin dönüşüne karşı çıkmayacaklarını bildirdi. İran’dan kaçan Şah ve ailesinin sahip oldukları servetin 625 milyar Türk lirası olduğu tahmin ediliyor. Şah ve ailesi, sirkeden motora kadar 105 firmayı kontrol ediyor.
  • Lahey Adalet Divanı’ndan sonra Avrupa Konseyi de Yunanlılar aleyhinde karar verdi. Böylece Yunanlılar, Türkiye’ye karşı ikinci kez yenilgiye uğradılar.
  • Başkent Kabil’deki yabancı elçiliklerin iddiasına göre, Afganistan’da aşiretlerin isyanını bastırma harekatını Sovyet subayları yönetiyor.
  • Bomba imha etmek için İngiltere’den getirilen iki robot, Ankara’da kullanılmaya başlandı. Robotlar uzaktan kumanda ediliyor.
  • Emekli olacak işçiler için emeklilik işlemine üç yıl önceden başlanacak. Emekli olan SSK üyesinin hak ettiği maaş elektronik beyinlerle hesaplanacak ve yeni sisteme göre sigortalı, emeklilik süresinin dolmasından hemen bir gün sonra bütün haklarını alabilecek.

1 Şubat 1979

  • Abdi İpekçi Milliyet Gazetesi başyazarı ve Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi, evine giderken otomobilinin içinde kurşunlanarak öldürüldü. Nişantaşı’nda oturduğu Maçka Karakol Sokağı’na saptığı sırada silahlı saldırıya uğrayan İpekçi’yi beyaz pardesülü birinin vurduğu, olaydan sonra yaya olarak kaçtığı ve ileride bir otomobile bindiği saptandı. Evli ve iki çocuk babası olan İpekçi, 50 yaşındaydı.

    Humeyni

  • 15 yıllık bir sürgünden sonra İran’a dönen Humeyni, Tahran’da iki milyon kişi tarafından karşılandı. Dini lider havaalanından 35 kilometre uzaklıktaki Şehitler Mezarlığı’na kalabalık yüzünden üç saatte gidebildi. Humeyni, İran’da “İslam İhtilal Konseyi” kurdu. Şah’ın adamı Bahtiyar Hükümeti’ne karşı kurulan konsey, yönetimi ele almak için harekete geçti. Humeyni, istifa etmedikleri takdirde Bahtiyar ve hükümet üyelerini tutuklatacağını açıkladı.
  • Traktör fiyatlarına, 55 ila 95 bin lira arasında zam yapıldı.
  • Ankara’ya gidip dönmek için 195 bin liraya özel uçak kiralayan işadamı Cabir Sak, geçen yıl sadece 2255 lira vergi ödedi.

1 Mayıs 1979

  • 1 Mayıs’ta meydana gelebilecek olayları önlemek amacı ile ilan edilen sokağa çıkma yasağı nedeniyle İstanbul sakin bir gün geçirdi. Halk evlerde, bütün gün devam eden televizyon yayınlarını izledi. Olağanüstü güvenlik önlemleri alındı ve bütün köşebaşları tutuldu. İstanbul’da korsan gösteri yapmak isteyen binden fazla gösterici gözaltına alında. Taraftarları ile beraber sokağa çıkan TİP Genel Başkanı Behice Boran, güvenlik kuvvetleri tarafından sıkıyönetime sevkedildi. TSİP Genel Başkanı Ahmet Kaçmaz da gözaltına alındı. İzmir’de DİSK’ten geçici süre ihraç edilen Maden-İş Sendikası’nın öncülüğünde yapılan miting olaysız geçti. Miting ve daha sonraki gösteriye 20 bin kişi katıldı.
  • 82 liralık baş fiyat 24 liraya kadar düşünce, Geyve’de tütün üreticileri başfiyatı protesto etti.
  • İran’da üç eski polis görevlisi daha idam edildi.
  • Türk Hükümeti tarafından Kıbrıs’tan geri çekilen asker sayısı 18 bin 750’ye ulaştı. Son olarak, 1500 kişilik askeri birliğin ilk bölümü Magosa’dan ayrıldı.

12 Haziran 1979

  • John Wayne Beyaz perdenin dev sanatçısı John Wayne 15 yıldır savaştığı kansere yenik düştü ve 72 yaşında öldü.
  • Katı kurla birlikte dertli hayat başladı. Başbakan Bülent Ecevit,  “Tünelin ucunda ışık göründü” derken, AP lideri Süleyman Demirel, “Paramız paçavraya çevrildi” şeklinde konuştu. Batılılara göre Türkiye, IMF’ye teslim oldu. İçkiye büyük zam yapıldı. Büyük Yeni Rakı 110 liradan 160 liraya çıkarıldı. Normal benzin 17 liradan 160 liraya, süper benzin ise 20 liradan 25 liraya yükseldi. Karaborsada dolar 60 liraya, Alman Markı 32 liraya fırladı.

27 Ağustos 1979

  • Aka Gündüz Ünlü ney üstadı Aka Gündüz Kutbay 48 yaşında öldü.
  • KAWA adlı yasa dışı örgütün doğu ve güneydoğuda 5 bin lira aylıkla asker toplayarak silahlandırdıktan sonra İran’a gönderdiği anlaşıldı. Toplananlar Van’ın Çatak ilçesinde eğitiliyor. Karadeniz bölgesinden sağlanan silahlar da İran’a kaçırılıyor.
  • Apocuların devlet dairelerine sızdığı tespit edildi.
  • Frankfurt’ta THY Bürosu bombalandı. Patlamanın şiddetinden, büronun karşısında bulunan tren garının camları kırıldı.
  • Amerik, kocası iltica eden Rus balerini Ludmilla’nın ülkesine dönmesine ve Sovyet uçağının hareketine izin verdi.
  • Adana ve Haruniye’de 12 kişi yakalandı. 6 kişinin katili olan Ferhat Tüysüz, “Ülkücü arkadaşlarım bana eylem yapılacak yeri gösterirlerdi. Eylemi ben yapardım” dedi. Samsun’da üç kişi öldürüldü.

24 Eylül 1979

  • Yurdun çeşitli yerlerinde meydana gelen anarşik olaylarda toplam 11 kişi hayatını kaybetti. MHP Bakırköy eski ilçe başkanı, Kocasinan’da emekli bir astsubay tabancayla vurularak öldürüldü.
  • İran’da üç eski senatör daha kurşuna dizildi.
  • Buz pateni dünya şampiyonu Sovyet çifti İsviçre’ye sığındı.
  • İsrail, 4 Suriye jetini düşürdü.
  • Orta Afrika Cumhuriyeti’nin yeni Başkanı David Dacko, Fransa’dan ayrılarak Fildişi Sahiline sığınan devrik imparator Bokassa’nın ülkesine karşı işlediği suçlar nedeniyle idama mahkum olduğunu ve iadesini isteyeceklerini açıkladı.

28 Kasım 1979

  • Papa II. John PaulPapa İkinci John Paul uçakla Ankara’ya geldi ve Esenboğa Havaalanı’nda ilk defa ayak bastığı Müslüman ülkenin toprağını öptü.
  • Urfa’nın Hilvan ve Siverek ilçelerinde gizli Kürt Partisi kuran 242 Apocu yakalandı. İstanbul’da iki genç öldürüldü, bir gencin cesedi bulundu. Polis otosu taranı ve bir polis yaralandı. Maçka Maden Fakültesi’nde forum yapan 300 öğrenci gözaltına alındı. Kayseri’de kahve tarandı 5 kişi can verdi.
  • Middle East dergisi Süleyman Demirel’i kapak yaptı.
  • Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Waldheim “İran olayları barışı tehlikeyi düşürdü” dedi. Humeyni Dışişleri Bakanı Beni Sadr’ı görevinden aldı.

31 Aralık 1979

  • Alfred Hitchcock Korku filmlerinin büyük prodüktörü Alfred Hitchcock’a İngiltere Kraliçesi Elizabeth tarafından “Sir” ünvanı verildi.
  • Ruslar Afganistan’da direnişe karşı imha hareketine girişti. 400 Müslüman gerilla öldürüldü. Moskova tarafından yapılan açıklamada Çin, Amerika ve Mısır gerillaları silahlandırmakla suçladı.
  • Yeşilköy Havaalanı’na bomba koyanlar Bulgar uçağına binip kaçtı. Yolcu listesinde Ermeni asıllı kişilerin bulunduğu saptandı.
  • Diyarbakı Belediye Başkanı Mehdi Zana hakkında Sıkıyönetim Savcılığı tarafından”Kürtçülük propagandası” yaptığı gerekçesiyle soruşturma açıldı.


(Rastgele seçilmiş bu birkaç gün dışında, almanaktaki 1979’un 365 Günü başlıklı bölümün tamamı çok ilgi çekici sahiden. İnsan tüm gün oturup bu bölümü inceleyebilir. Bir sonraki yazıda, 1979’un 365 Günü isimli bölümden sonraki, “1979’da Türkiye’de Neler Oldu” ve “1979’da Dünyada Neler Oldu” başlıklı bölümleri paylaşacağım.)

.

18 Eylül, 2009

So You Want to Write a Fugue?


  Bir Glenn Gould bestesi…  

 

 

fugue

So you want to write a fugue?

So you want to write a fugue.
You got the urge to write a fugue.
You got the nerve to write a fugue.
So go ahead, so go ahead and write a fugue.
Go ahead and write a fugue that we can sing.

Pay no heed, Pay no mind.
Pay no heed to what we tell you,
Pay no mind to what we tell you.
Cast away all that you were told
And the theory that you read.
As we said come and write one,
Oh do come and write one,
Write a fugue that we can sing.


Devamı…

 

 

.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics