30 Aralık, 2010

Mutlu Yıllar


    Sadece, yaşıyor olduğumuz için; yaşamımızı devam ettirebildiğimiz, elenmediğimiz ve yarış dışı kalmadığımız için,

   mutlu yıllar…

.

   Bağlantılar:

- Kış Ritüelleri

- Procession

- İzlanda
.

18 Kasım, 2010

Vilayanur Ramachandran'dan Zihnimiz Üzerine


  Nöropsikoloji (a): Nöropsikoloji  bilim alanında amaç; tüm canlıların ve özellikle de insan bedeninin en önemli organı olan beyinde meydana gelen işlev bozukluklarının, zihinsel ve davranışsal süreçlere etkisini belirlemektir.1 

 

  Vilayanur Subramanian Ramachandran (University of California, San Diego), (çok) önemli bir Hint bilim adamı, bir nörolog. Aşağıdaki video, onun TED’de yayınlanan (2007) ünlü bir konuşmasını içeriyor. Ramachandran’ın ‘fantom (hayalet) ağrılar’, ‘yanlış kimliklendirme sendromu’, ‘temporal lob epilepsisi (ve peygamberlik ile ilişkisi)’ gibi, ismini duyduğunuzda bilimsel ve can sıkıcı gelen (sonuncusu hariç) ancak aslında çok ilgi çekici konularda çalışmaları var. Ramachandran’ın sevimli diksiyonu sayesinde zevkle, şaşırarak ve yirmi üç dakika olmasına rağmen sonuna kadar izleyeceğinize eminim. En azından bunun güvencesini veriyorum.

  Videoda, “View Subtitles” bölümünden aktive edebileceğiniz Türkçe altyazı seçeneği de mevcut.

 

 

Not: RSS okuyucusu kullananlar kaydı dinleyebilmek için siteye girmek mecburiyetindeler.

1 – “Nöropsikoloji Bilimi: Tanımı, Faaliyet Alanları”, Prof. Dr. Sirel Karakaş, Hacettepe Üniversitesi


   Bağlantılar:

- V. S. Ramachdran

.

24 Ekim, 2010

An


  Sadece ‘gif’ uzantılı resim dosyasından ibaret bir gönderiyi paylaşacağımı düşünmemiştim daha önce. Birileri için bir şeyler ifade eder bu görüntü mutlaka. Aşağıdaki anı hatırlayıp gülümseyen ve içinde bir şeylerin yavaşça kımıldadığını hisseden herkese selam ederim.

.

29 Eylül, 2010

'Âşık Veysel, Türkiye Radyoları Mikrofonlarında' (1964) (40 dakikalık ses kaydı)


  "Söze nasıl başlamak istersiniz, size bırakalım Âşık."

  "Tabii, siz soracaksınız, ona göre biz de cevaplandıracağız, mümkün olduğu kadar..."

  

   Kaynak: TRT Arşivi

   Not: RSS okuyucusu kullananlar kaydı dinleyebilmek için siteye girmek mecburiyetindeler.

.

27 Eylül, 2010

Tilt-Shift Tekniği #1, Van Gogh


  Tilt-shift tekniği kullanılarak hazırlanan bir videoyu ilk izlediğimde (o dönem –birkaç sene önce- şu anda olduğu gibi popüler değildi) ağzım açık kalmıştı. Asıl olarak, özel lensler yardımıyla tilt ve shift olmak üzere iki tür hareketi ifade eden bu teknik, günümüzde popüler olarak gerçek bir imaj üzerinden minyatür bir modelleme elde etmek için kullanılan dijital işlemi ifade etmek için kullanılıyor. Siz de, bir kısmını daha sonra paylaşacağım bazı güzel tilft-shift çalışmalarına arama motorları yardımıyla ulaşabilirsiniz.

  Sanat okulu öğrencisi Serena Malyon da bu teknikle (Adobe Photoshop kullanarak), Van Gogh’un eserlerinden on altı tanesini yeniden işlemiş ve ortaya muazzam bir sonuç çıkmış. Aşağıdaki çalışmalara uzun süre bakınca içlerinde kayboluyor gibi olduğumu hissettim. Resimlerin üzerine tıklayarak büyük hallerini görebilirsiniz.

 

Starry Night Over the Rhone                  The Harvest                     Sunset: Wheat Fields Near Arles

  Starry Night Over the Rhone, 1888    The Harvest, 1888    Sunset Wheat Fields Near Arles, 1888 
 

Landscape at Auvers after the Rain       Pont de Langlois            Wheat Field with Rising Sun

   Landscape at Auvers after the Rain, 1890     Pont de Langlois, 1888       Wheat Field with Rising Sun, 1889


The Painter on His Way to Work
            Arles: View from the Wheat Fields         

      The Painter on His Way to Work, 1888               Arles View from the Wheat Fields, 1888

 

      View of Saintes-Maries               Red Chestnuts in the Public Park at Arles

  View of Saintes-Maries, 1888        Red Chestnuts in the Public Park at Arles, 1889

 

Mountains at Saint-Remy             Prisoners Exercising                       The Starry Night

Mountains at Saint-Remy, 1889 Prisoners Exercising, 1890 The Starry Night, 1889

          Field with Poppies                     The Red Vineyard           Snow-Covered Field with a HarrowField with Poppies, 1889 The Red Vineyard, 1888 Snow-Covered Field with a Harrow, 1890


   Bağlantılar:

- Art Cyclopedia

.

23 Eylül, 2010

Sevdiğini Beslemek


(Bir süredir bir şeyler yazmıyorum A Propos of the Wet Snow’a. Bugünkü gönderi ise bir alıntı. Bu siteyi devam ettirirken en çekindiğim şey, sağdan soldan link’lerin toplanarak paylaşıldığı bir site görüntüsü vermesiydi. Arka arkaya bu şekilde gönderilerin yapılması, tesadüften başka bir şey değildir sevgili arkadaşlarım. Gönderilerin seyrekleşmesi ise kişisel (maddi-manevi) sebeplerden ve bunların yarattığı akıl durgunluğundandır, tesadüflerden değil. Dört yıla yakın bir süredir devam ettirdiğim bu sitenin, kayda değer yazıları olduğu gibi eğlencelik (çerez:) yazıları da olmuştur tabii ki. Yukarıdaki “RASTGELE BİR BAŞLIK” bölümünden bunlarla karşılaşabilirsiniz. Ben de biraz daha çaba gösterip fikrî gönderiler yollayabileceğimi sanıyorum bu sıralar. Daha ‘hafif’ yazıları (daha doğrusu, burada olmasını istemediğim paylaşım niteliğindeki gönderileri) ise My Opera’daki sayfamda paylaşacağım.  Alıntı bile olsa, aşağıdaki harikulade yazıyı okumanızı tavsiye ederim yine de. Herkese selamlar, sevgiler.)

  Birkaç gün önce, Defne Koryürek’in sitesinde okuduğum aşağıdaki yazının bir yerlerden alıntı olduğunu anlamıştım ancak tüm yazıyı bağlantı (link) şeklinde kaydettiği için, üzerine tıklamak aklıma gelmemişti.

  Aynı yazıyı bugün tekrar okuma ihtiyacı hissettiğimde tesadüfen fark ettim; yazı, Yorgo Kırbaki’nin Hürriyet’teki köşe yazısından bir bölümdü. Dediğim gibi, harikulade…

---

  “Ben yemek pişirmesini bilirim, mutfağı, gastronomiyi... Lezzetli bir yemeğin insana mutluluk verdiğine inanırdım. Yıllar sonra yemeğin herhangi bir zevkin çok ötesinde olduğunu ve unutmak olduğumuz bir sürü değerin arkasında gizlendiğini keşfettim.

  Bir sevgi gösterisidir yemek. Annenin memesinden bebesine süt emzirmesi, ördeğin ağzıyla yavrusunu doyurması, aslanın avladığı geyiği midesine indirmek yerine önce sabırla yavrularını beklemesidir.

  Beslemek meğer gastronomiden kat ve kat üstünmüş. Annenin çocuğuna yedirdiği her lokma benim bin bir malzeme kullanarak hazırladığım spesyalitelerden çok ama çok daha değerli. Artık büyük aşçı kriterlerim değişti. Büyük aşçı, sözgelimi barbun balığını tavada yakmadan kızartan, salatada malzemeyi abartmayan, bilmem nereden gelmiş baharatı yerinde kullanan usta değil... Büyük aşçı, acı içinde kıvranan yorgun bir bedene iki lokma yemeği midesine indirmeye ikna edebilen kişidir.

  Ben aylarca bunu yapmaya çalıştım. Sevdiğim kadını besleyebilmek için ustalığım yetmedi. İnat edercesine yaşamak istemiyordu. Ne salatalar yaptım ona, ne börekler... Hiçbirinin tadına bile bakmadı. Hepsi çöpe atıldı. Sadece birkaç dilim şeftaliyi kabul ediyordu bünyesi. Onca yıl, onca lezzet öğrendim ama hiçbir işe yaramadı. Besleyemedim sevdiğimi işte!”

  Bu yazıyı yıllardır televizyonlarda programlar yapan ve kitaplar yazan Yunanistan’ın yeme-içme sektörünün tartışmasız en ünlü ismi İlias Mamalakis’den ödünç aldım. Mamalakis bu yazıyı birkaç gün önce kansere yenilen eşi Stella için yazdı... –Yorgo Kırbaki

    ---

  Bağlantılar:

- My Opera – A Propos of the Wet Snow

.

29 Ağustos, 2010

Dilek Ağacı


İsim
                                 Yaş           İstediği Hediye       Durum

Abdul Samet Albayrak            6            Polis Arabası          Dilek Gerçekleştirildi

Bedirhan Güven                    4            oyuncak dozer        Dilek Gerçekleştirildi

Sema İslam                        15            saç düzleştirici.       Dilek Gerçekleştirildi

Yüksel Koç                         11            bisiklet                  Dilek Gerçekleştirmek İstiyorum

Cemil Atasoy                        9            kumandalı jeep        Rezerve Edildi

.
.
.


  Yukarıdaki liste belki tanıdık gelir size de. İçime işliyor, çünkü ben de oyuncaklar arzulamıştım küçükken, sonrasında sahip olamadığım. En çok da elbise isteyen kız çocukları yakıyor canımı. Bağlantılar kısmında verdiğim dileklerin tamamının bulunduğu sayfaya gidin mutlaka. Çok sevimli şeyler var aralarında.

  Kardeşim fark etmiş bu kampanyayı, onun tumblr sayfasına da beraber bir açıklama yazdık:

Dilek Ağacı

Capitol Alışveriş Merkezi, bu yıl Artvin’de 1030 çocuğun dileğini gerçekleştirmeye hazırlanıyor.

Bu projede, öncelikle seçilen köylerdeki çocukların dilekleri toplanıyor. Daha sonra bu küçük dilekler, kapalı birer ‘dilek kağıdına’, çocukların kendi el yazılarıyla yazılmış olarak Capitol Alışveriş Merkezi’nde kurulan ‘dilek ağacına’ asılıyor. Gelen ziyaretçiler de, bu ağaçtan seçecekleri bir  dilek kağıdıyla, onların bu hayallerini gerçeğe dönüştürme imkanı yakalıyor.

Siz de eğer bu sosyal sorumluluk projesine katkıda bulunmak istiyorsanız, Capitol Alışveriş Merkezi’ne giderek ‘dilek ağacından’ bir dilek seçebilir ya da Capitol Alışveriş Merkezi’nin internet sitesi üzerinden  dilekleri inceleyerek, gerçekleştirmek istediğiniz bir tanesi için Capitol Alışveriş Merkezi ile iletişime geçebilirsiniz.

Bağlantılar:

Dilek ağacındaki 1030 dileğin tamamı için tıklayın
Projenin Facebook sayfası ve bilgilendirici video tıklayın

 

.

09 Ağustos, 2010

İzlanda


  Huzur kuzeyde mi, bilmiyorum. Daha önce de bir video izlerken kendimi iyi hissettiğimde (Procession-Svalbard), görüntüler Norveç’tendi. Salt doğa görüntülerinin olduğu bir kaydı izlemek benim için herhangi bir anlam ifade etmiyor çoğu zaman. İzlanda büyüleyici bir yer ve fakat bu videodaki güzel görüntüleri anlamlandıran bir adam, bir müzisyen var. İsmi Steindór Andersen


  Not: Bir de, Andersen’in müziğini bulup dinleme zahmetine katlanırsanız, daha önce duymadığınız bir şeyi duyacağınızın garantisini veriyorum size.


  Bağlantılar:

- Procession, A Propos of the Wet Snow
.

06 Ağustos, 2010

Tarkovski'ye Birkaç Mektup Daha


 
  Andrey Tarkovski,  sinema eleştirmenlerinin (profesyonel olanları diyerek belirtir) çoğu zaman kendisini ve yaptığı filmleri anlamadığını, sık sık hayal kırıklığına uğradığından bahseder yazılarında. Dostoyevski’nin ifadesiyle, bu pek soylu bir yakınmadır. (Sinema eleştirmenleri olarak ifade ettiğim grup ile bugün televizyonlarda gördüğünüz, çekilen her yüksek bütçeli Amerikan filminden sonra kameraların karşısına çıkıp -Tarkovski’nin çağdaşları için de söylediği- sinema teorilerinin basmakalıp ifadeleriyle olumlu yorumlar yapan, boş zamanlarını çocuk tecavüzcüsü Roman Polanski’yi korumakla geçiren, toplumdan gerçek sinema sanatının yorumlanması ve gündemde tutulmasıyla ilgili talebin hiçbir zaman gelmeyeceğini bildikleri halde işin kolayına kaçıp bunu topluma bir sorumluluk mantığı çerçevesinde kendileri de sunmayan, Bergman ve Bresson konuşmayan, üç boyutlu  animasyon filmlerine balıklama atlayıp yavşakça yorumlar yapan, kendilerinden sinema otoriteleri kalıbıyla bahsedilince de yüzleri kızarmayan Atilla Dorsay ve sürekli televizyonlarda gördüğünüz o güruh arasında bir benzerlik yok tabii ki.)

  Sanatçının sadece kendisi için bir şeyler yaratabileceğini hiçbir zaman kabullenemediğini söyleyen Tarkovski, eserlerini, filmlerinin etkisinden kalan insanları gördükçe ve seyircilerinden gelen mektupları okudukça onayladığını söyler.

  Tarkovski’nin söylediği, eleştirmenlerin aslında filmlerini anlamadığı ve kendilerini filme bırakmadıklarıdır. Ona göre eleştirmenler, filmlerde sürekli semboller ararlar. Duvardaki tablo, masanın üstündeki kitap, okunan bir pasaj… Eleştirmenlere göre hepsi Tarkovski’nin yaptığı birer göndermedir. O bunu reddeder. Filmlerinde gönderme ve semboller yoktur (biri hariç). Her şey nasıl görünüyorsa öyledir. Bergman’ın Tarkovski için sarf ettiği, onun hayâl odalarında tüm doğallığıyla dolaştığı ve kendisinin birkaç kere bunu denemesine rağmen başarılı olamadığı sözleri de tam burada yatmaktadır.

  Kendisine sürekli, filmlerine kimsenin ihtiyaç duymadığı ve kimsenin de bir şey anlamadığı söylenen Tarkovski’nin kırılan cesareti, halktan gelen birkaç güzel mektupla yerine gelmiştir. Eleştirmenlerin aksine, gelen mektupların çoğunda, insanların izledikleri şeyler ile kendileri arasında bir bağlantının olduğunu hissettikleri, bunu tam olarak ifade edememelerine rağmen filme bağlandıkları, daha doğrusu film ile kendileri arasında tarifsiz bir bağ kurdukları fark ediliyor.

  Bahsettiğim seyirci mektuplarından birini daha önce paylaşmıştım. Yine Ayna filmiyle ilgili iki güzel mektubu daha sizinle paylaşmak istiyorum.


  “Ayna için çok teşekkürler. Her şey, aynen çocukluğumdaki gibi… Bunu nasıl öğrenebildiğinizi merak ettim doğrusu. O zaman da tıpkı böyle bir rüzgâr, böyle bir fırtına esmişti… ‘Galka, kediyi dışarı at!’ diye bağıran bir büyükanne… Karanlık bir oda… Gaz lambası da sönmüştü… Ve anne yolu gözlemekten sıkışan ruhlar… Çocukta bilincin uyanması, filminizde ne de güzel anlatılıyor!… Tanrım, her şey ne kadar da doğru… Gerçekten de annelerimizin yüzlerini tanımıyoruz. Ve her şey ne kadar da yalın, ne kadar doğal. Biliyor musunuz, o karanlık sinema salonunda, yeteneğinizin ışıklandırdığı bir perde parçasına bakarken, hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.”

  Bir diğeri:

  “Mektubumun sebebi, Ayna. Hakkında söz söylemeye bile cesaret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez. Tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini –hem kendilerinin hem de başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla!”

.

28 Temmuz, 2010

Tanrı Parçacığı (Sene 3500, Alfa Centauri'ye doğru yol alıyoruz...)


  “Eğer dünya güneşe bir adım daha yakın olsaydı, yanar idik. Eğer dünya güneşe bir adım daha uzak olsaydı donar idik.” 

   –Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeniniz, (–∞) – 3500 yılları arası

 

  “Bütün bunlar, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı sayesinde keşfettiklerimizle mümkün oldu.”

   –Alpha Centauri Seyahat gemisinin kaptanı, 3500 yılı

 
Prof. Andy Parker – University of Cambridge


  *RSS takipçilerinin, ses kaydını dinleyebilmek için sayfaya girmek zorunda olmaları beni de üzüyor.

26 Temmuz, 2010

Baldırıçıplak Kadınları Ortalık Yerde Öpen İranlı Ünlü Yönetmen Abbas Kiyarüstemi


  A Propos of the Wet Snow tarihinin dördüncü yılına gireceğimiz şu günlerde, A Propos of the Wet Snow’un iki yüz yirminci (220.) ve en seviyesiz yazısına hoş geldiğinizi söylemek isterim.

  Emektar ve mobil sabit diskimi karıştırırken karşılaştığım bir videodan çekip çıkardığım aşağıdaki karede yaşanan olayla ilgili kabul edilemez çirkinlikleri anında fark ettiğinizi biliyorum. Ancak ben tekrar sıralamak istedim bu rezaletin perde arkasındakileri.

  • İlk olarak, fotoğraftakiler karı-koca değiller. Adam kadının yanağına bir buse konduruyor ve fakat nikahlı değiller, sahiden.
  • Kadının başı örtülü değil, evet. Sırtının bir kısmı ve kolları da ortalıkta.
  • En kötüsü de sayın okuyucular, şehvetin doruklarına ulaştıkları o an, umuma ait bir mekanda ve kameraların önünde yaşanıyor.

Kiarostami :sırnaşmak: Deneuve

  Kim bunlar?

  Biri İranlı Yönetmen Abbas Kiyarüstemi, diğeri ise Fransız aktris Catherine Deneuve… 1997 yılı Cannes Film Festivali’nde Kirazın Tadı (Ta'm-e gīlās) filmiyle Altın Palmiye’yi kazanan Kiyarüstemi ödülünü almak için sahneye gelir ve olaylar gelişmeye başlar. Kiyarüstemi, sahneye ilk geldiğinde kimseyle içli dışlı olmadan ödülü kapıp kaçmayı planlamıştır tahmin edebileceğiniz gibi. Ancak ne çare? Deneuve, üzerine üzerine gelmeye başlayınca (ödülü verme bahanesiyle) yapacak bir şey kalmamıştır. Kiyarüstemi, Deneuve’ü yanağından öpmüştür ki ne öpmek! Şapır Şupur. Ya sonra?

  Sonra İran’ın karıştığını biliyoruz. Yönetmenin bir röportajında konuyla ilgili söylediklerinden bir bölümü çevirip okuyalım hep birlikte:

  “Cannes festivalinde ödülü aldığımda, Catherine Deneuve ödülü bana vermek için yanıma geldi. Törenin bir âdeti olarak, sarıldı ve beni öptü. Tahmin edebileceğiniz gibi, toplum içinde böyle bir yakınlık gösterisi, İran’da tam bir felaket olurdu. Olaydan hemen sonra, Tahran’daki oğlumu aradım. Bir süre geri dönmememi, o talihsiz öpücükten sonra durumun pek iyi olmadığını söyledi. Bir hafta orada kaldım ve döndüğümde, karşılama törenini –havaalanında- atlatıp arka kapıdan kaçmak zorunda kaldım.”


  Bağlantılar:

- Röportaj

- Kirazın Tadı’ndan Bir Fıkra

.

18 Temmuz, 2010

Büyük Bir Yönetmenseniz, Küçük Kızları Taciz Etmenizde Herhangi Bir Sorun Yoktur


“So that's OK then. It's fine to abuse young girls, as long as you're a great film director”
  Johann Hari - The Independent

  ***

  Artık hepimiz biliyoruz. 44 yaşında bir adamsanız, ‘Hayır hayır hayır’ diye hıçkırarak ağlayan ve astım ilacı için yalvaran 13 yaşındaki korkmuş bir kıza uyuşturucu verip anal yoldan tecavüz edebilir ve hiçbir ceza almayabilirsiniz. Tek yapmanız gereken iki şartı yerine getirmek: Kaçıp 15-20 yıl olay mahallinden uzak durmalısınız ve bazı iyi filmler yönetmelisiniz. Bu şartları yerine getiriyorsanız, sadece elinizi kolunuzu sallayarak dolaşmakla kalmazsınız, ‘cadı avı’ndan korunmanız için devasa bir kampanya yürütülür ve bir kahraman gibi alkışlanırsınız.

  Roman Polanski kaçmadan önce suçunu kabul etti ve yıllar sonra, sürgünde şişine şişine, bütün erkeklerin onun yaptığını yapmak istediğini söyledi. 1979’da kendisiyle söyleşi yapan bir gazeteciye kıkırdayarak şunları söylüyordu: “Birini öldürmüş olsaydım, bu durum basına bu kadar ilgi çekici gelmezdi, anlıyor musun? Fakat... kahretsin ... genç kızlar. Yargıçlar genç kızları düzmek istiyor. Jüri üyeleri genç kızları düzmek istiyor. Herkes genç kızları düzmek istiyor!”

  Fakat anlaşılan İsviçre hükümeti bunu, Polanski’yi yargılanmak üzere ABD’ye iade etmek için yeterli bulmuyor. Paçayı sıyırabilmesi için yasada boşluk buldular, ‘ulusal çıkarların’ bir faktör olabileceğini de kabul ettiler. Bir İsviçre vatandaşı olarak, şunu söyleyebileceğimi sanıyorum: İsviçre’nin geçmişte ‘ulusal çıkarları’ korumak için yaptığı pazarlıkları hepimiz hatırlarız. Suçlulara yardımcı olup buna İsviçreli gerçekçiliği demek buralarda kökü eskiye uzanan bir gelenektir.

  Polanski’nin bırakılması için yürütülen kampanya, bir nesil önce alt edildiğini sandığım bir yaklaşımlar silsilesini tekrar devreye sokuyor. Oyuncu Whoopi Goldberg, bunun ‘bildik bir tecavüz’ olmadığını söylüyor. Bazıları iğrenç bir tavırla, kızın bakire olmadığını ima ediyor.

  13 yaşındaki bir kız daha önce taciz edilmişse, müstakbel tecavüzcüler için meşru hedef değil midir? Kampanyanın başını çeken Fransız filozof Bernard Henri-Levi, ‘Büyük Sanat’ tehlikeye girdiğinde, bir çocuğun biraz cinsel istismara maruz kalmasının kendisi için sorun olmadığını söylüyor. Şöyle yazıyor: “Polanski’nin yaptığından iğreniyor muyum? Onun davranışı beni ilgilendirmiyor. Benim derdim filmleri. Piyanist’i ve Rosemary‘nin Bebeği’ni seviyorum.”

  Tekrarlamaya değer: Bu kampanyanın başında, bir çocuğa uyuşturucu verip tecavüz etmenin, Mia Farrow’u hamile bırakan ‘Şeytan’la ilgili bir filme kıyasla ‘kendisini ilgilendirmediğini’ söyleyen bir adam var. Romancı Robert Harris, “Bu muamele korkunç” diyor. Harris çocuk tecavüzünden değil, çocuk tecavüzünü cezalandırma çabasından söz ediyor. Polanski’nin ‘lince’ tabi tutulduğunu savunuyor. Bu linççi güruh nerede? Benim bütün görebildiğim, sabırla yasaların uygulanması ve Polanski’nin adil, açık bir mahkemede yargılanması gerektiğini söyleyen insanlar. Bu lincin tam zıttıdır: Bu ölçülü adalettir.  Polanski’yi savunanlar ne söylediklerini anlıyor mu? Harris’in dört çocuğu var. Yarın öbür gün büyük bir yönetmen onlara uyuşturucu verip tecavüz ederse polisi arayacak mı, ya da bunu yapmanın ‘mide bulandırıcı’ olduğunu söyleyecek mi? Çocuklarını korumaya çalışan polise ve savcıların ‘linççi bir güruh’ olduğunu mu savunacak? Tecavüzcü kaçarsa, 30 yıllık firarın ardından serbest bırakılması gerektiğini mi söyleyecek?

  Kampanya başarılı oldu. Yani Whoopi, Bernard ve Robert’e tebrikler: Pişmanlık duymayıp övünen bir çocuk tecavüzcüsü kısmen sizin sayenizde hesap vermeyecek. Zafer partisinde iyi eğlenin. Fakat belki kızlarınızı partiye götürmeyip evde bırakmak istersiniz.


   Bağlantılar:

- Yazının Türkçesinin Kaynağı

.

13 Temmuz, 2010

Şapka İşareti Hiçbir Zaman Kaldırılmamıştır


Basın Dünyasından köşesinde 4 Eylül 2006 günü “Hani bunun şapkası?” başlığıyla yayımlanan yazıda, Türk Dil Kurumunun düzeltme (şapka) işaretini kullanımdan kaldırdığına değinilerek “...Efendim, Türk Dil Kurumu şapkaları kaldırmış… İyi marifet yapmış…” denilmektedir.

Türk Dil Kurumu halk arasında “şapka” olarak anılan “düzeltme işareti”ni hiçbir zaman kaldırmamış ancak kullanımında zamanla bazı değişiklikler yapmıştır.

2005 baskılı Yazım Kılavuzu’nda düzeltme işaretinin şu durumlarda kesinlikle kullanılması gerektiği: 1. Yazılışları bir, anlamları okunuşları farklı olan kelimeleri ayırt etmek için, okunuşları uzun olan ünlülerin üzerine konur: adet (sayı), âdet (gelenek, alışkanlık); hal (pazar yeri), hâl (durum, vaziyet), kar (yağış türü), kâr (kazanç) . 2. Arapça ve Farsçadan dilimize giren birtakım kelimelerde bulunan ince g ve k ünsüzlerinden sonra gelen a ve u ünlülerinin üzerine konur: hikâye, kâr. 3. Nispet i (î)’sini göstermek için kullanılır: askerî, edebî.

Kelimelerin doğru yazımını öğrenmek için http://tdk.org.tr adresindeki sayfalarımızda bulunan Yazım Kılavuzu’ndan ücretsiz olarak yararlanabilirsiniz. Ayrıca, Yazım Kılavuzu sayfasında yer alan Düzeltme İşareti bölümünde, düzeltme (şapka) işaretinin kullanıldığı kelimelerin listesi bulunmaktadır. Burada da görüleceği gibi yazıda değinilen kâr, hâlâ gibi kelimeler mutlaka düzeltme (şapka) işareti ile yazılmalıdır.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın
Türk Dil Kurumu Başkanı

  Bağlantılar:

- ŞAPKA İŞARETİ HİÇ BİR ZAMAN KALDIRILMAMIŞTIR

.

03 Temmuz, 2010

Andrey Tarkovski'nin Polaroid Çalışmaları


18  Andrey Tarkovski filmleri ile ilgili söylenegelen, klişe olan ve fakat doğruluğunu reddedemeyeceğim uyduruk tespitlerden (tespitleri ve tespit yapanları hiç sevmediğimi söylemiş miydim) biri şudur:

“Tarkovski’nin filmleri, bir araya getirilmiş fotoğraflardan oluşur.”

  Bu görüşü biraz derinleştirerek ele alıp, yönetmenin çokça bahsettiği ‘zamanın mühürlenmesi’ aksiyonunu yukarıdaki uyduruk tespitle harmanlayarak, pek hoş başka tespitler yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz; ilginç şeyler göstereceğim size, bunlardan bağımsız.

  Yukarıdaki fotoğraf da dahil olmak üzere, bu gönderideki tüm fotoğraflar, Andrey Tarkovski tarafından (çoğunluğu İtalya’da) polaroid makineyle çekilmiş çalışmalardır. İncelemekten büyük keyif aldığım bu fotoğraflara rast geldiğim sitede, Nostalghia’nın senaristi olan, Tarkovski’nin İtalya’da beraber çalıştığı Tonino Guerra’nın, Tarkovski ve Polaroid kamerasıyla ilgili birkaç cümlesini de okudum. O metni de Türkçeye çevirip fotoğraflarla beraber buraya koymak istedim.

---
“1977 yılında, Moskova’daki düğün törenime Polaroid bir kamerayla geldi Tarkovski. Bu makineyi henüz keşfetmişti ve bizle beraberken de büyük bir zevkle kullanıyordu. O ve Antonioni nikah şahitlerimdi. O dönemde, biz imzalarımızı atarken çalacak müziği onların seçmesi gerekiyordu. Mavi Tuna’yı (Blue Danube) seçtiler.

O dönemde Antonioni de Polaroid kamera kullanıyordu. Özbekistan’da film çekeceğimiz (o filmi çekmedik) bir bölgede alan çalışması yaptığımız bir günde,  çektiği fotoğrafları üç yaşlı Müslüman’a verdi –Antonioni-. En yaşlısı, fotoğraflara göz atar atmaz şu sözlerle cevap verdi: “Bu ne iş yarar ki, zamanı durdurmak?” Bu olağandışı reaksiyon, öyle beklenmedikti ki, bizi şaşırttı ve hiçbir cevap veremedik.

Tarkovski, zamanın akışıyla ilgili çokça düşünmüştü ve yapmak istediği tek şey vardı: onu durdurmak –Polaroid kamerada, bir anlığına bile olsa.”

---

Not: Fotoğrafların tamamını ya da bir kısmını göremiyorsanız eğer, önerim, picasa ip’lerinin bulunduğu bir hosts dosyası bulmanız –bu konuda yardımcı olabilirim-, ve belki de buna ek olarak, dns ayarlarınızı değiştirmeniz olacaktır. Google’ın çoğu hizmetinde olduğu gibi Picasa’ya ulaşımda da sorunlar devam etmekte.

0102030405060708091011 (1)12131415161719202122232425262728293031323334353637383940

 

  Bağlantılar:

- Kaynak
.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics