29 Eylül, 2013

Herbert von Karajan - Requiem


  Saygı duymak zorunda olduğunuzu hissettiğiniz bazı sanatçılar ve sanat eserleri olmuştur. Sanatçıdan hoşlanmıyor olabilirsiniz, manen size hitap etmiyor olabilir, bilmediğiniz bir nedenden o eserden yahut sanatçıdan nefret etmiş dahi olabilirsiniz ve fakat eserin çok kıymetli olduğunun farkındasınızdır ve esere çokça yüz vermeseniz bile arkasından kötü konuşmayı da hak görmezsiniz. Siz bu eserin yerine, daha basit olduğunu, evrensel düzeyde daha az değeri olduğunu olduğunu bildiğiniz ancak inandığınız bir sanatçının size dokunan bir başka eserini kendinize saklarsınız ve kişisel olarak değerli görürsünüz.

  Benim için (Haydar) yazılmış en önemli edebi eser Karamazov Kardeşler’dir ve Karamazov Kardeşler sanatsal anlamda üzerine çıkılamayacak bir noktada durmaktadır. Yine de Haydar’ın kendi adına en önem verdiği edebi eser Yeraltından Notlar’dır. Bu ayrım, zihinsel, çevresel bazı etmenler dolayısıyla yapılabilir. Yine Haydar, çekilmiş, yönetilmiş en büyük filmin Andrey Rublev olduğunun farkındadır fakat onun en çok önem addettiği sinema eseri Andrey Rublev değil Bisiklet Hırsızları’dır. Haydar, Hafız’ın, Baudelaire’in ya da Puşkin’in çok önemli olduğunun farkında olsa da gönlü Ezra Pound’dan yanadır.

  Aşağıdaki video, Herbert von Karajan’ın şefliğinde Viyana Filarmoni Orkestrası’nın icra ettiği Wolfgang Amadeus Mozart’ın Requiem’inin (K.626), Anna Tomowa-Sintow, Vinson Cole, Paata Burchuladze ve Helga Müller-Molinari’li kaydını içermektedir. Karajan, Haydar’ın saygı duymak zorunda hissettiği ancak sevmediği bir sanatçıdır. Bunun nedeni David Oistrakh,  Msitislav Rostropovich ve Sviatoslav Richter gibi çaldıkları enstrümanların en üstün sanatçılarından oluşan bir grubu Beethoven’ın Triple Concerto’su için toplayıp mahvetmesi olabilir. Karajan’ın küstah yapısı olabilir. Ve hatta Karajan’ın tipini sevmemesi bile olabilir. Yine de hisleri ne yönde olursa olsun, dinleyip seyrettiği şeyin, icra edilmiş en müthiş müzik eserlerinden biri, belki de birincisi olduğunu kabul etmek zorundadır.

  Haydar, bu kayıt için Karajan’ı övecek yeteri sözcüğü bir araya getiremese de, insanlığın gelebileceği doruk noktalardan biri olan bu kaydı A Propos of the Wet Snow’da bulundurarak, bir çeşit övgüde bulunmak istemektedir.

.

26 Eylül, 2013

Charles Taylor’ı Alkışlarla Yerine Alıyoruz


   İlgili Gönderiler:

- On Yıl Sonra


 


  İnsani Gelişme Endeksi’nin son sıralarının müdavimi Sierra Leone’nin, elli bin kişinin öldüğü, ülkenin altyapısının tamamına yakınının imha edildiği, insanlığın gördüğü en yıkıcı iç savaşlardan birini  (1991-2002) atlatmasının “onuncu yılında” (2012) elli yıl hapse mahkum edilen katliamın merkezindeki adam, eski Liberya Cumhurbaşkanı Charles Taylor’ın cezası bir sene sonra –bugün- Birleşmiş Milletler’e bağlı savaş suçları mahkemesi tarafından onandı.

  Her ne kadar cezanın verilmesinin üzerinden bir yıl geçmiş olsa da, Yugoslavya’da kurulan uluslararası suçlar mahkemesinin “yardım ve yataklık” suçunun kapsamını daraltmasından sonra Taylor’ın elli yıllık cezasının da mahkeme tarafından geri çevrilebileceği düşünülüyordu. Fakat mahkeme Taylor’ın Sierra Leone’deki vahşetlerden –cinayet, tecavüz, seks köleliği, sakat bırakma- önceden haberdar olduğuna, bunlara kanlı elmaslar karşılığında göz yumduğuna ve içten bir pişmanlık da duymadığına karar verdi.

  Taylor’ın elli yıl ceza aldığı geçen seneki duruşmanın sonunda hakimin onunla ilgili kısa kararı yeterince açıklayıcıydı:

“Sanık, insanlık tarihinin gördüğü en gaddar ve tiksindirici suçlardan bazılarına yardım ve yataklık etmekten ve bazılarını da planlamaktan suçlu bulunmuştur.”

 

   Bağlantılar:

- The Guardian

- Life After Diamonds

.

23 Eylül, 2013

Tek Kişilik Kalabalık Koro (Tahsin Saraç İçin)


vadusszauvadu  Hâlen yayımlanmaya devam eden Dil Derneği’nin Aylık Dil ve Yazın Dergisi: Çağdaş Türk Dili, 1988 yılının Mart ayında yayım hayatına başlamıştır. Derginin evimde bulunan –alt kısımdaki fotoğrafta da görebileceğiniz- nüshası ise, Çağdaş Türk Dili’nin Ağustos/Eylül 1989 tarihli, 18. sayısıdır.

  Derginin belirttiğim sayısının girişinde, Aziz Nesin’in 1989 yılının haziran ayında ölen -ismi anıldığında akla genellikle Fransızca-Türkçe sözlüğünün geldiği- şair Tahsin Saraç için 1983 yılında yazdığı yazı bulunmakta. Bu yazıyı Tahsin Saraç’la ilgili olmasının yanında ifade tarzının da çekiciliği nedeniyle dergiden alarak buraya kaydetmek istedim.

 

 

   TEK KİŞİLİK KALABALIK KORO

    Aziz Nesin

  Tahsin Saraç’ın sadık bir okuruyum. Şiirlerini, dergilerde yayımlandığında, kitaplaştıklarında okumuştum. Bu kez, bir hafta boyunca geceli gündüzlü Saraç şiiri kürü yaptım. Ne iyi etmişim. Bütün şiirseverlere böyle yapmalarını salık veririm. Sevdikleri şairlerin şiirleriyle bir süre kür yapsınlar. Böylece tanıdıkları bir dünyanın bilmedikleri coğrafyasını keşfetmiş olacaklar, hem de ruhsal yapılarının arınıp durunduğunu duyumsayacaklar.

  Tahsin Saraç’ın bugüne dek yayımlanmış beş şiir kitabıyla (Bir Ölümsüz Yalnızlık – Güneş Kavgası- Direnmeler – Güvercin Kasapları – Bir Sevgiyi Görüntüleme) bir hafta birlikteydim. Bu kitaplardaki her şiiri üç-beş kez okudum. Sonunda o şiirlerin pekçoğunu öyle özümsedim ki, kendim söylemiş (yazmış değil, söylemiş) oldum. Bu yaşımdan sonra öğrendiklerime bişey daha eklendi: Şiir ancak böyle okunursa benimsenir ya da reddedilir.

  Tahsin Saraç şiirinden bende kalan nedir? Yüce dağ doruklarının hiç  dinmeyen uğultulu fırtınası… Ama bu yüce dağların yeri açıkseçik bellidir: Türkiye… Daha yüksek, daha boranlı dağlar var dünyada elbet, ama hiçbirinin fırtınası, Tahsin Saraç’ın şiirlerindeki bu sesle uğuldamaz; böylesine yerli, böylesine ulusal ve özgün… Bu fırtına uğultusu, ince bir çığlık, yalvaran bir haykırış, ağlama, iççekme, inleme olmuyor hiç. (oysa ben inleyen şiirleri de severim.) Hep tok, kalın, yüksek perdeden, yiğit bir ses duyuyoruz. Sanki çağcıl Türk şiirine yepyeni bir Köroğlu doğmuşçasına…

  Böylece, Tahsin Saraç şiirinin, Türk şiirindeki yerini belirleyebiliyoruz. Onun şiiri, Türk orkestrasında “bas”tır. Bir orkestrada, öteki çalgıların seslerini bastırdığı zaman kontrbasın sesinde hep bir ulu kızgınlık, tanrısal bir öfke duyumsamışımdır. Saraç’ın o tok sesli (Davudî) şiirlerinin pekçoğunda bu kızgınlık, bu öfke duyuluyor. Kendisi de bir şiirinde şöyle tanımlıyor ozanı:

“Tüm geceleri biçen çağlardan, çağlardan
Ozan, gök gürlemesi ölümsüzlüğün.”

Saraç’ın şiirlerindeki gökgürlemesi, göklerden değil, tarihten ve coğrafyadan geliyor. Okurken, bu şiirlerin beslendiği zengin Türk şiir geleneğinin (hem halk şiiri, hem Divan şiiri) derinlerinden uğuldayan kaynağı tanıyoruz ve Türkiye coğrafyasının ezilenler korosunu duyuyoruz; bu dramatik koro, şiirle, tok sesli bir başkaldırı şarkısını söylüyor. Tek kişilik, yine de çok sesli (halkça sesl) kalabalık bir koro bu.

  Saraç’ın beş şiir kitabında yüzyirmibir şiiri (“Üzüm Memeli Eceler Soyu” şiiri iki kitabında yinelenmiş.) var. Bu yüzyirmibir şiirde en çok kullandığı sözcüğü saptadım: Erdem…

  Bir insan herhangi bir sözcüğü niçin sık kullanır: Ya o sözcüğün imlediği kavramın kendisinde hiç olmaması, tam tersinin olması nedeniyle övünmü gösterisi olarak ya da kavramın kişiliğinin bir vazgeçilmezi, bir ayrılmazı olduğu için… Ya erdemsizler sıksık erdemden sözeder yada yaşamlarının kendisi erdem olanlar…

  Tahsin Saraç’ı salt şiirleriyle değil de çok yakınımda bir dost olarak da tanıyorum. Yazın tarihinde, erdemsiz yaşamış, ama yapıtları değerli sayılmış pekçok sanatçı vardır. Sanatçının erdemsizlikleri, ölümünden sonra, yapıtlarını küçültemez. Ama beş eşzamanlı olduğum sanatçıdan (hele bu yirminci yüzyılın son çeyreğinde) onunla aynı çağı paylaştığım için, çağından sorum duymasını, toplumsal ve tarishel borcunu ödemey çalışmasını, kısacası şair olmanın bedelini ödemesini, yani erdemli olmasını beklerim. Çünkü ben tarihi yaşasam da, tarihte yaşamıyorum; dünyamızı ve zamanımızı paylaştığım şairi ister istemez yargılamak durumundayım.

  Saraç’ın şiirlerini sevmemin nedeni, o şiirlerin şairinden soyutlanarak, ayrılarak salt güzel olmalarından değil, bu güzelliğe ek olarak, kendisiyle sürekli hesaplaşan, doğrulukla yaşanmış bir kişiliğin şiirsel belgeleri de oldukları için seviyorum o şiirleri. Erdem, Saraç’ın yaşamının ayrılmazı, vazgeçilmezi, ta kendisidir. Nasıl yaşamışsa öyle duymuş, öyle düşünmüş ve öyle şiirler söylemiş bir şair…

  Onun şiiri, kendisini cömertçe sunan, kolay anlaşılan (ki ben zor yazılıp kolay anlaşılandan yanayım) şiir değil. Ama bu kolay anlaşılmazlığı, kendi regini ve tonunu bile daha bulamamışken, sürekli yenilikçilik ve sözde özgünlük ardında koşan kimi yeteneksiz şairlerin yaptığı gibi, anlam çarpıtmalarından, anlamsızlıklardan ileri gelmiyor. Saraç şiirinin (hepsinin değilse de epiycesinin) zor anlaşılırlığı, imgelerinin yoğunluğundan, biribiri üstüne yığılmalarından ileri geliyor. Bu imgelere yabancı olanlara Saraç’ın şiiri kapalı kalıyor; o imgelere yabancı olmayanlarınsa, imgelerin yoğunluğundan ötürü, şiirin tadına varmaları için büyük zihinsel çaba harcamaları gerekiyor.

  Ne çok söylenmiştir şiirin başka dillere çevrilemezliği… Tahsin Saraç’ın şiiriyse başka dillere çevrilemezliğin en çevrilemezidir. Şiirin çevrilemezliği, salt şiirin dile dayalı olmasından deği, asıl çevrilemeyen şiirin müziği, şiirin resmi, şiirin imgeleridir. Bu yüzden şiir çevrilemez, başka dilde yeniden söylenir, deniliyor. Tahsin Saraç’ın şiirlerindeki imgelerse çok yerlidir. Bu imgeler çoğu kez salt sözcüklerle değil, yerel deyimlerle, anlatımlarla kuruluyor ki, bu yüzden bana çevirilerinde o şiirler tatlarında, güzelliklerinden çok şey yitireceklermiş gibi gelir. Sanırım ki, her güzel şiirin yazgısı da bu…

  Saraç’ın şiirlerinde çağcıl taşlama denilecek pekçok şiirsel yergi var. Bunlar, şairin yaşadığı Türkiye coğrafyasının yergileri olduğuna göre, çevirilerini okuyanlar bu şiirlerin ne oranda tadına varabilecekler?

  Şiirlerini döne döne okurken Tahsin Saraç’ın bu şiirleri hangi dilde söylediğini düşündüğüm bile oldu. Bunlar Türkçe mi? Evet, ama çoğu da Tahsin Saraçça bir dille yazılmış.

  Saraç bir umut şairidir, ama pembe bulutlar üstündeki düşlemsel umudun şairi değil. Bizi kara görünümlerin en dibindeki kapkaranlığa götürdükten sonra, karamsarlıkta bırakmadan o kara derinliklerden ışıltılı umut doruklarına yüceltir.

  Sözümü, dilimden düşmeyen Saraç’ın şu dizeleriyle bitiriyorum:

Sevmek ölüşmektir bir özge benle
Büyütür tanrısalı kişi öldü mü.

   Vermenin erdemi kesilir yürek
Görücem bir kez parçada tümü.

Öyle bir sessizlikte sönmeliyim ki
Toprak bile duymamalı gömüldüğümü.”

                            Nişantaşı - 1 Eylül 1983

Saat: 16.25

  Bağlantılar:

- Çağdaş Türk Dili – Dil Derneği 

.

18 Eylül, 2013

Andrey Rublev, Kamera Arkası



 

  Beş dakikalık bu video, Andrey Rublev filminin setinden bazı görüntüleri ve Andrey Tarkovski’yi içeriyor. Kayda eşlik eden parça ise Arvo Pärt’tan: Spiegel im Spiegel.

.

14 Eylül, 2013

Ben de Öyle


 

Filo bile sonunda limana döner,
tren soluk soluğa koşar gara doğru,
Bense ondan daha hızlı koşmaktayım sana
-çünkü seviyorum-
budur beni çeken, sürükleyip götüren.
Cimri şövalyesi Puşkin'in,
iner bodrumunu karıştırıp seyretmeye.
Ben de, sevgilim
döner dolaşır gelirim sana.
Taparım,
benim için çarpan o yüreğe.
Sevinçlisinizdir evinize dönerken.
Atarsınız tıraş olurken, yıkanırken,
kirini pasını vücudunuzun.
Ben de aynı
sevinçle dönerim sana-
evime dönmüyor muyum
sana doğru
koşarken?
Yeryüzü insanları toprak ananın koynuna dönerler sonunda.
Hepimiz döneriz en son yuvaya.
Ben de öyle,
bir şey var
beni sana çeken
daha ayrılır ayrılmaz,
birbirimizden uzaklaşır uzaklaşmaz.

                                                   Vladimir Mayakovski

.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics