25 Haziran, 2010

Ezra Pound, Exile's Letter (Cathay)


Ezra_Pound_-_Cathay_Title_Page_1915  Cathay, Ezra Pound’un 1915 yılında yayımladığı, kaynak olarak da çoğunlukla büyük Çinli şair Li Po’nun şiirlerine ve felsefe profesörü Ernest Francisco Fenollosa’nın notlarına dayanan bir çeviri kitabıdır.

  Bu kitapta bulunan, Li Po’nun İngilizceye çevrilmiş eserlerinden biri de Exile’s Letter’dır. 1958 yılının Haziran ayında Ezra Pound tarafından okunarak kaydedilmiş bu şiiri alttaki bölümden dinleyebilirsiniz.

  Bu siteyi takip edip de karşılaşmamış olmanızın imkanı yok ve fakat olur ya atlamışsınızdır, “Ezra Pound kim ki?” diye sorabilirsiniz.

  Ezra Pound, bin yılın şairidir.

 

Ezra Pound’un Sesinden, Exile’s Letter

 

 

* Sağ üst köşedeki arama eklentisinde “ezra” sözcüğünü aratarak ilgili yazılara gidebilirsiniz.

** RSS ile takip edenler, çalıcıyı görmek için siteye girmek zorunda kalabilirler.

.

22 Haziran, 2010

Olay Yerine Sonradan Gelen Bastonlu Adam



  1998 yılında, uluslararası baskılara dayanamayan Sudan hükümetinin yardımların güneye ulaştırılmasına izin vermesinden sonra, Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü (MSF - Médecins Sans Frontières) ile beraber, günde yüzden fazla kişinin öldüğü bir kampa ulaşan fotoğrafçı Tom Stoddart’tan bir kare yukarıdaki. Yiyecek bir şeyler için saatlerce sırada bekledikten sonra, hakkı olan azığın kelli felli bir adam tarafından çekip alındığı sakat bir çocuğun fotoğrafı.

  Stoddart bu fotoğrafı çektikten sonra, olaya neden müdahale etmediği noktasında aldığı eleştirilere ise şu şekilde cevap veriyor:

“Ben bir polis ya da yardım gönüllüsü değilim, sadece fotoğrafçıyım. Tek yapabileceğim fotoğraf makinemle gerçekleri söylemeye çalışmak.”


  Gönderi bu kadardı. Evinizin duvarına çerçeveletip asacağınızdan emin olduğum bu fotoğrafın karşısında ağzınızı şapırdatarak pizza yerken, pizzanın kenarlarının ne kadar sert olduğunu ve sizin bunları hiç yiyemediğinizi arkadaşınıza anlatmanız esnasında boğulmanız ümidiyle…


  Bağlantılar:

- Sudan 1998, Paul Lowe ve Tom Stoddart

- Food Theft

.

17 Haziran, 2010

Nina'nın Yanıtları #2


(…)

ERKEK :

Saçlar örgülü, belikli güzel,
     Çiçek tenli kız!
Gülerdin tıpkı bir hırsız misali
     Seni öpen rüzgara

Seni rahatsız eden o sevimli
     Pembe kuşburnu dalına
Çılgın başlım gülerdin hele hele
     Bu tutkun aşıkına!..

(Yaş on yedi! Mutluluk çağı, güzel!
     Oy! Büyük, sonsuz çayır!
Oy kocaman, oy uçsuz bucaksız kır!
     -Hey! Şöyle yanıma gel!…)

-Göğsün göğsümde, sesin sesimde,
      Usul usul baş başa
Dere kıyısına giderdik seninle
      Ve sonra ormanlara!…

Sonra ölü çocuk gibi kendinden
      Geçmiş minik yüreğin,
Gözler yarı kapalı benden seni
      Taşımamı isterdin…

Nefes nefesesin, taşırdım seni
      Çetin keçi yolunda:
Ve bir kuş örerdi andantesini
      Fındık dılında
---
Söyle tatlım, de bana, gideceğiz
     Değil mi? Ne hoş olacak
El ele, göğüs göğüse, ikimiz…

 

KIZ :

-Peki, işim n’olacak?

 

                           Arthur Rimbaud 
                       Türkçesi: Erdoğan Alkan  
                   Orijinali:
Les Réparties de Nina

 

  Bağlantılar:

- Nina’nın Yanıtları #1

- Nina’nın Yanıtları #3
.

08 Haziran, 2010

Eli Çenesinde Etrafı Süzüp Eleştirecek Bir Şeyler Arayan Adamın Okurdan Beklentisi


  Müstear Efendi, kişisel sitesi Martaval’da bir soru sormuştu bir ay önce:

  “Bir blog yazarı okurundan ne bekler? Siz okurlarınızdan ne bekliyorsunuz?”

  Martaval’a kaydettiğim cevabı burada paylaşacağım. Fakat belirtmek istediğim birkaç husus var ve öncelikle bunları ifşa etmeliyim.

  Tahminlerinizde yanıldığınızı söyleyerek başlamak istiyorum yazıma. Sandığınız o mendebur suratlı, eli çenesinde etrafı süzüp eleştirecek bir şeyler arayan adam değilim ben. Günün tamamını okuyarak geçirdikten sonra, akşama doğru, fikir teatilerinde bulunmak için salaş kafelerde dolaşan, bunun dışında da hiç konuşmayan, ketum, çatık kaşlı ve “ben ciddiyim, beni ciddiye alın” diye bağıran adam da değilim. Böyle düşünmenizin nedeninin, salt ciddi –ve güncel olmayan- konuları ele almam olduğunun farkındayım, kişisel hiçbir şey yazmadığımın farkında olduğum gibi. Bunun bazı nedenlerinin olduğunu da tahmin edersiniz. (Yazdığım en kişisel yazının da Jazzy Bach olduğunu da itiraf etmeliyim.)

  Öncelikle bir blog yazarının, kişisel meseleler ile okuyucunun ilgisini çekmeye çabaladığını fark ettiği anda, geriye doğru bir adım atması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o andan itibaren ‘yazar’, okuyucunun aslında bu tip konuları merak ettiğini düşünüp yersiz zevzeklikler yapmaya başlayabilir farkında bile olmadan. (Tabii bunun, zaten kişisel meselelerinin merak edilmesini sağlamak için türlü sevimli yollara başvuran kız çocukları ve yine kişisel meseleleri üzerinden o kız çocuklarını kandırmak için türlü şaklabanlıklara başvuran erkek çocukları için geçerli olmadığını siz de tahmin edeceksinizdir.)

  Diğer bir sebep ise, kişisel özelliklerimdir. (Kişisel yazılar yazmamamın nedeninin kişisel sebepler olması bir tezat değildir.) Örneğin çabucak sinirlenip insanların kalbini kolaylıkla kırmak, en önemli vasıflarımdandır. Karşımdaki kadının kalbini kırmadan bitirdiğim bir ilişki vaki değildir. Sinirlendiğimde sesimi yükseltmekten hiç çekinmem. Yalnız kalmak isterim. Küfrederim. Küfretmekte hiçbir beis görmem. Velhasılıkelam, kişisel bir şeyler yazdığımda kendimi kaybedeceğimi biliyorum. Kişisel gözlemler ve meseleler hakkında ilgi çekici şeyler yazabileceğimi ve bunların okuyucunun ilgisini çekebileceğinin de farkındayım, aynen bunların okuyucunun ilgisini çekmemesi gerektiğinin farkında olduğum gibi.

  Bu durum, güncel konularla ilgili yazabileceğim yazılar için de geçerlidir. Filistin meselesi, BP’nin yarattığı çevre faciası, Afrika’daki gelişmeler ile ilgili yazacağım yazıların içine öfkeyi katacağımı biliyorum, bunun kötü bir ifade tarzını doğuracağını bildiğim gibi. Peki yine de bu tip konularda birkaç kelam etmek gerekmez mi diye düşünebilirsiniz. Ona da cevabım, değiştiremeyeceğinizi, en ufak bir katkıda bulunamayacağınızı bildiğiniz konularda laf ebeliği yapmanın, insanın kendisini tatmin etmekten başka bir getirisinin olmayacağıdır. Bu da, kendinizi buna kaptırıp, sürekli okuyarak geçirmeniz gereken zamanınızı, yine okuyarak -ve fakat gazete okuyarak- geçirmenizi, genelde de sürekli okumaktan ziyade sürekli yazarak harcamanızı beraberinde getirir ki, harika şeyler yazdığını zannettiğiniz adamların, siyasa hakkında her gün demagoji yaptığını fark etmenizi kolaylaştıracaktır. Bu adamların, din, vatan, ordu, laisizm, şeriat, tanrı, konjonktür, darbe, jeopolitik, doğu, batı, anayasa mahkemesi, cihat, sosyoekonomik, asker vs. kelimelerini de sakız çiğner gibi kolay çiğnemeleri, tam da bu zevzekliklerin ürünüdür.

  Önceki iki paragraftaki zafiyetlerimi görmeden de saçmalamaya başlarsam eğer ve arkadaşlarım tarafımdan da eleştirilmezse yazdıklarım, bu günlerde pek gündemde olan Onur Ünlü’nün şiirleri kalitesinde işlere imza atmış olurum ve oraya buraya bacağımı sokmak hırsıyla edebiyatın içine etmekte bir kötülük görmem, hayran kitlemin bile oluşabileceğini bildiğim halde.

  Müstear Efendi’nin sorusuna verdiğim cevapla bitireyim yazımı.

  Kendinizi ciddiye almamanız ve sürekli içi boş tespitler yapmak yerine sürekli okumanız dileğiyle…

 

  Cevap:

  Öncelikle yazarlık yapmadığımı itiraf edeyim de, kısa sürede uzun yazılar yazma işinin aslında ciddiye alınmaması gereken bir şey olduğu fikrime temel oluştursun bu.

  İnternete yazı bırakan kişilerin -blogcular mu demeliyim-, geribildirim alma ihtiyacı hissetmelerinin bencilce bir hissiyat olduğunu itiraf etmeliyim. Yazıya döktüğünüz fikriyatın önemli ve takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorsanız -geribildirim bekliyorsanız tam olarak da bunu düşünüyorsunuz demektir-, emin olun o yazdıklarınızın takdire değer bir yanı yoktur.

  Derinliği olan, zamanınızı ayırıp zihninizi yorduğunuzu, orijinal bir yazıyı paylaşmak ister misiniz blogunuzda? Bunu yapabilecek kadar zamanınız var mı? Ve bunu yaptığınızda geribildirim alabileceğinizi düşünüyor musunuz sahiden? Ya da kaç kişiden? Bu niteliklere sahip bir yazı yazdığınızda, yazdığınız konu üzerine geribildirim yapacak, bir şeyler paylaşacak kişinin sizin kadar, yahut sizin sahip olduğunuza yakın derecede konuya hakim olması gerekmez mi?

  Yazdıklarınız çokça paylaşılıyor ve onların üzerine yorum yapılıyorsa sıklıkla, elle tutulur bir şeyler yazmıyorsunuz demektir. Bu çok bayağı ve istisnai bir tespit gibi gelse de, emin olun bu böyledir.

  Tabii, kimse açıp bakmıyorsa yazdıklarınıza, bunu devam ettirmek anlamsız olabilir ve fakat birilerinin sizi takip ettiğinden emin olduysanız bir süre sonra, yazanın –yazar- okuyucudan beklentisi kesilmelidir kanaatime göre.

  Benim amacım geribildirim değil. Takipçilerin, kendileri için yeni kişilerle, yeni kitaplarla, yeni fikriyatlarla, yeni ressamlarla tanışmalarına aracı ve yardımcı olmak istiyorum sadece. Kendim de bir blogu takip ederken bunu beklerim sadece.

  Bloguma gönderdiğim son iletiden gideyim; eğer Glenn Gould’un Sviatoslav Richter üzerine yaptığı yorumlar, Richter’i tanımayan biri için onu merak etmesine ve dolayısıyla (çok dolaylı da olabilir:) hayatını şekillendirmesine bir etki yapacaksa, bu benim için yeterlidir. Ezra Pound’la tanışmam (hayatımı değiştiren önemli şeylerden biridir bu) nasıl tesadüfen ve beklenmedik şekilde, hiç tanımadığım bir adamın yardımıyla, ufacık bir kıvılcım ile olduysa, aynısını yapmak istiyorum sadece.

  Belki birileri daha önce fark etmedikleri bir şeyle karşılaşırlar ve bu onları etkiler diye düşünüyorum. Birkaç kez de buna aracı olduğumu hissediyorum. Bilmiyorum ama inanıyorum. Geribildirim istemiyorum, inanmak istiyorum. Acaba şu anda bir başka yerde (o yerin de ismini vererek) ne oldu diye düşünürüz ya bazen. Ben de kendimi kandırıyorum, birilerinin yeni şeylerle tanışmasında katkım oldu diyorum. Belki de onların hayatını değiştirecek bir şeylerle.

Furkan

.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics