Bir yazarı sevmemenin elle tutulur bir nedeni olması gerektiğine inanmadım hiçbir zaman. Sevmek ve inanmak çok farklı şeyler ve ayrıldıkları nokta da tam olarak burada çetrefilleşiyor. Kişi Dostoyevski’yi sevmeyebilir. Neden mi? Sakalı uzundur, hastadır, kokuyordur, takıntılıdır, inatçıdır, kıskançtır, kumarbazdır, budaladır… Her ne kadar, ölümünden yüz yıl geçtikten sonra kullanılabilecek, “Dostoyevski’yi sevmemek” ifadesi absürt gibi görünse de, onunla aynı dönemde yaşayan biri için bu çok normal olmalıdır, aynen şu anda olması gerektiği gibi.
Fyodor Dostoyevski’nin komşunuz olduğunu düşünün. Kumar oynamak için sizden borç aldığını ve borcunu da ödemediğini. Bir de, geri istemenize rağmen oralı olmadığını. Böyle bir adamı sever miydiniz? Tam da bu yüzden kimseyi sevmek zorunda değilsiniz. En küçük nedenler bile sevmeyi istemediğiniz bir kişiye olan sevgisizliğinizin en güçlü sebebi oluverir sizin için. Fakat burada bir ayrıntı var:
“Dostoyevski’ye inanmıyorum” dediğinizde gülünç duruma düşersiniz.
***
Foucault’yu sevmiyorum. Hayır, postmodernistleri sevmediğimden değil, Derrida’yı sevdiğim aşikar. Postmodernistleri sevmeyip Terry Eagleton’ı sevmenin de çok kolay olduğunun fakındayım. Yine de Foucault’yu sevmememin nedeni bu değil.
Kel olduğu için sevmiyorum. Gözlüklü olduğu için de. Bir de kameraya bakıp verdiği o ünlü poz için, Chomsky ile yayında tartıştığı için belki de, bilmiyorum. Tabii kii Foucault ile Dostoyevski’yi bir tutmuyorum; “Michel Foucault’ya inanmıyorum” dediğinizde kimse size gülmeyecektir muhtemelen. Ancak birini sevip diğerini sevmemenin, dehalarının büyüklüğüyle ilgili olmadığını söylüyorum sadece.
Foucault’ya inanıp inanmama konusunda ise hiçbir fikrim yok henüz, inanın. Yine de tüm bunlar, Foucault okumama engel olmuyor.
Önemli olan Dostoyevski’yi sevip ona inanmak ancak bunu okumadan yapmak değil; Foucault’yu sevmeseniz bile ona inanmak ya da inanmamak, ve fakat bunu yine de okuyarak yapmak sanırım.
***
“Polisiye edebiyata gelince, Gaboriau’dan itibaren bu, ilk yer değiştirmenin peşinden gitmiştir: hileleri, kurnazlıkları, zekasının aşırı keskinliğiyle sunduğu suçlu kendini kuşku duyulamayacak bir konuma getirmiştir; ve iki yüksek zeka –katilinki ve dedektifinki- arasındaki mücadele, çarpışmanın esas biçimini oluşturacaktır. Suçlunun hayatını ve yaptığı kötülüklerin ayrıtılarını veren, suçlarını kendiliğinden itiraf edilen bir biçimde sunan ve çekilen azapları sayıp döken şu anlatıların iyice uzağında kalmaktadır: olayların ve itirafın sergilenmesinden yavaş bir keşif sürecine; azap anından araştırma safhasına; iktidarla olan fizik çarpışmadan suçlu ile dedektif arasındaki entelektüel mücadeleye geçilmiştir. Polisiye edebiyatın doğmasıyla ortadan yok olan yalnızca tek sahifelik suç destanları değildir; aynı zamanda köylü caninin şanı ve azabın karanlık bir şekilde kahramanlaştırılması da yok olmuştur. Halk çocuğu şimdi, ince gerçeklerin içinde, artık ne halk kahramanları ne de büyük infazlar vardır; suçlular burada kötü, ama akıllıdırlar; ve ağır ceza verilirse, bunun içinde acı çekmenin yeri yoktur. Polisiye edebiyat, suçluyu çevreleyen parıltıyı başka bir toplumsal sınıfa aktarmaktadır. Gazeteler ise gündelik olaylar başlığı altında, suçları ve bunların cezalandırılmalarının tekdüzeliğini destansız bir şekilde ele alacaklardır. Paylaşım yapılmıştır, halk suçlarından duyduğu eski gururundan vazgeçsin; büyük cinayetler bilgelerin sessiz oyunu haline gelmiştir.”
Hapishanenin Doğuşu – Azap Çektirmenin Görkemi, Michel Foucault
.
Abi, Foucault'yu sev sevme o sana kalmış lakin Kılıçbay çevirisinden okuma. Hem yığınla hata var hem de adamın şahane üslubundan eser yok. İngilizcesini bulursan aynı kitabın ("Discipline and Punish") kaçırma derim.
YanıtlaSilMehmet hocam, Kılıçbay'ı da sevmem de (kişisel:), Foucault'nun tekstlerini çevirmeye çalışırken sürmenaj olması konusunda şüphelerim var. Azıcık hak verdim o yüzden.
YanıtlaSilÖnerini not ettim, sağ olasın.
Foucault'u ben de sevmiyorum pek.. Ama zehir gibi bir adam işte.. Nedense Kılıçbay'ı seviyorum. Bir kaç dersine girmiştim. Fırtına gibiydi. Askılı bir kot pantolon ve güzel bir oduncu gömlek vardı üzerinde. Sakalları da gayet muntazamdı..
YanıtlaSilMühendislik eğitimi almış biri olarak oduncu gömleği giyen herkese saygım büyük; geri aldım sözlerimi. :)
YanıtlaSil