Biyografi, öz geçmiş demektir. Öz geçmiş ise Türk Dil Kurumu tarafından şu şekilde tarif edilmiştir: “Bir kimsenin doğumundan yaşadığı güne kadar geçirdiği belli başlı evreleri içeren yazı, hayat hikâyesi, hayat öyküsü, yaşam öyküsü, hâl tercümesi, tercümeihâl, biyografi.”
Ben de kitap olarak basılmış biyografilerle ilgili fikrimi, bu siteyi oluşturduktan sonraki üçüncü yazımda (Käthe Kollwitz) belirtmiştim: “Eserlerinin bütünüyle ilgili fikir sahibi olmadan sanatçıların hayat hikayelerini okumak hep sıkıcı gelmiştir bana. Uzun uzun okursunuz. Ama herkes gibidir işte o da, muhtemelen sizden benden biraz daha fazla sıkıntı çekmiştir. Rutin bir yaşamın belki biraz daha dışına çıkan ama çoğu zaman şu cümlelerle sürüp giden öz geçmişler: xxxx yılında doğdu, ailesi maddi anlamda büyük sıkıntılarla karşı karşıyaydı, henüz çocukluğunda farklı kişiliğiyle ön plana çıktı, yeteneği şu yaşta fark edildi, vesaire vesaire... Bu siteye, kişilerin hayat hikayeleriyle ilgili uzun notlar bırakmayacağım.”
Fakat bu kez farklı olacağını düşünmüştüm. Dostoyevski’nin hayatını okurken bile sıkıntıdan bunalan ben; Celal Yalnız, namıdiğer Sakallı Celal’in yaşamıyla ilgili bir araştırmayı sıkılmadan okuyacağımı sanmıştım. Galatasaraylı Celal bir feylesoftu ve lakin kağıda döktüğü tek bir metin bile bulunmadığı için müthiş bir sözlü felsefe ve veciz espri deryasıyla karşı karşıya kalacağımı zannetmiştim. Yanılmışım.
Orhan Karaveli isimli beyefendinin Sakallı Celal: Bir Türk Filozofunun Yeniden Doğuşu isimli çalışmasından bahsediyorum sevgili okuyucular. Biyografi, anı, inceleme… Janrının ne olduğu konusunda şüphelerimin olduğu ve en yerinde tabirle “araştırma” olarak nitelendirilebileceğini düşündüğüm bu kitabı elime alıp okumaya başladığımda oldukça neşelendim ve yedi bölüme ayrılan bu kitabın ilk bölümünde, Haldun Taner’den Ahmet Haşim’e, Celal Yalnız’la ilgili görüşlere ve anekdotlara yer verildiğini gördüğümde kitabı bir gecede bitirebileceğimi sandım. Tabii ki ikinci bölümün başladığı ellinci sayfaya kadar olan bölümü yarım saatte okuyup ikinci bölümü görene kadar. İkinci bölümde, biyografi-araştırma tarzındaki basılı eserlerin çoğunda karşılaştığım bir gariplikle karşılaştım. “Nedendir bilinmez” gibi bir kalıbı kullanmaktan imtina etmek istiyorum ancak bu noktada kendimi tutamayacağımı belirtmek isterim.
Nedendir bilinmez, bu gibi araştırmalarda, ele alınan kişinin ailesi ve dolayısıyla soyu mevzu bahis olduğunda –çoğu ailenin de Osmanlı dönemine dair kayıtları bulunduğundan-, okuyucu için bitmez tükenmez bir azap başlıyor. Latife Hanım, Kamil Bey, Suphi Efendi… Bunların eşleri, çocukları, ablaları, ağabeyleri, uşakları, Fransız öğretmenleri, dadıları, dostları, diğer akrabaları, dönemin nazırları, kadıları, askerleri, Balkan kökenli eşraf… Okuyucuyu usandırmak için bir paragrafta kullanılabilecek tüm ünvanlar kullanılıyor. Sanılıyor ki okuyucu bu gibi ilişkileri gördüğünde meraklanacak ve bundan faydalanacak.
Ben, kitaplarda insanı usandıracak bu gibi bölümleri okuma alışkanlığını uzun süre önce bıraktım. Kimin umrunda Mukaddes Hanımefendi cenapları, kimin umrunda Bahriye Nazırı Hamdi Bey’in oğlu Kemal Bey’in üçüncü eşi Ayşe Hanımefendi’den doğma Refik Bey’in refikası Melek Hanım? Roman yahut hikaye türündeki eserlerde var olan bu gibi bölümleri atlayarak okumaya devam edemeyeceğimiz aşikar. Kitabı okumayı bırakabilir ya da “birkaç sayfa sonra” bitecektir diyerek okumaya devam edebilirsiniz. Ancak biyografi tarzındaki çalışmalardaki bu tip paragraflarda kayıp sayabileceğiniz çok bilgi olmadığından, bu bölümleri direkt olarak geçmenizi öneririm. Dolayısıyla bu konunun çok da üzerinde durulması gereken bir bahis olmadığını düşünürseniz buna hak veririm. Ancak soyadı kanunu çıktığında, tüm ailesi Porsun soy ismini alırken kendisi “Yalnız” soy ismini tercih eden bir yalnız adam (adam, dahi, feylesof… hangisini kabul ederseniz) üzerine çalışma yaparken, iki yüz sayfalık bir kitabın kırk-elli sayfasını refik, refika ve hemşirelere ayırırsanız, okuyucunun gecenin bir yarısı kendinden geçmesini engelleyemezsiniz. Ben de bu duruma düştüm. İlk elli sayfasını yarım saatte okuduğum kitabın ikinci elli sayfasını acı çekerek okudum. Böyle nevi şahsına münhasır bir adamın hayatıyla ilgili bir çalışma yapmayı düşünerek çok yerinde bir karar vermiş olduğunu düşündüğüm bir araştırmacının bu kitabın dörtte birini Osmanlı dönemine ve Abdülhamid’e ayırmış olmasını, yukarıda verdiğim diğer örneklerden çok daha fazla garipsediğimi itiraf etmeliyim. Kitabın, beni sürmenaj ettiğini düşündüğüm bölümünden, siz de bu garabeti göresiniz diye, kısacık bir örnek vermek istiyorum:
“Geysu Hanım-Mehmed Paşa çiftinin geride bıraktığı öksüz ve yetimlerine dönersek. Hamide Lütfiye’nin, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın dostu ve Bahriye Nezareti’nde seleflerinden “Müşir” Hacı Vesim Paşa’nın oğlu Lütfü Taluk Bey’le evlendiğini; şair ve yazar işadamı Haydar Volkan’ın annesi Mukadder Hanım’ın ise “Deli” Neşecan Hanım’ın kızı ve Lütfü Taluk Bey’in torunu olduğunu biliyoruz. Haydar Bey’in de bir kızı var: Lebriz.
Nebile’nin tek çocuğu İzzet Bey’in Kemal ve Ünal Erksal adlarında iki oğlu olmuş. Aksaraylı Mehmed Paşa’yla ilgili bir miras davasından anlaşıldığına göre İzzet Bey’in ikinci eşi Nilgün Işıklar mahkeme tarihinde hayatta bulunuyordu.
Ulviye’nin Neşet Erksal’la evliliğinden doğan kızları Nihal ve Mizyal’ın da çocuk ve torunları: Atakan, Filiz, Atilla… Ali, Mehmet… Didem Sarı, Ali İlbaş…
Sakallı Celal Bey’in geriye kalan teyze ve dayısı iki kardeşin, yani İbrahim Sadi ile Zeliha Saadet’in durumları biraz faklı. Yukarıda sözü edilen miras davasıyla ilgili mahkeme kayıtlarında “hisselerin 1/6 olduğu; yetmiş yıl önce yurdu ter ettikleri ve (kendilerinden bir daha haber alınamadığı” belirtiliyor ama izleri sürülünce bu iki varis ölmüş olsa da soylarının sürüp gittiği ve Türkiye’deki kimi yakınlarıyla ilişkilerinin devam ettiği anlaşılıyor.
Örneğin Zeliha Saadet Hanım’ın, sanırım Arnavut kökenli Bedri Pejani Bey’le evlendiğini ve Pejanilerin Shpuza, Borshi, Bakkalı, Basha gibi kimileri Türkçe çağrışımlar yapan soy isimleriyle varlıklarını Fransa ve İtalya’da sürdürdüklerini görüyoruz. Bu “çağrışımlar” küçük isimlerde de var: “Genç Bedri Pejani” Tiran’dan İstanbul’daki kuzenlerine gönderdiği Fransızca mektupta “Türkçe yazamadığını ama evlerinde Türkçe konuştuklarını” belirttikten sonra temaslarını sıklaştırmaları ricasında bulunuyor, aile fotoğrafları istiyor.
Melek Bakkalu Paris Senfoni Orkestrası’nda “birinci keman”. Geysu Basha (Paşa?) İtalya’nın en yetenekli ve güzel piyano virtüözlerinden biri. Geysu Hanım’ın tek oğlu “Sadi Aksaraj Pasallari” de (Aksaray Paşaları?) yurtdışına gitmiş. Oğlu Rasim Pasallari’yi kızı Lejla (Leyla?) ile oğlu Semih’e kadar izleyebildik.
İşte, böylesine geniş bir hısım akraba çevresi var yapayalnız bir adam olarak bilinen “kahramanımız” Sakallı Celal Bey merhumun.”
Hem bu son cümleye, hem de gerçekten yalnız bir adam olduğunu bilmeme rağmen sormak isterdim yazara yine de: “Hani yalnızdı bu Celal Yalnız?”
.