30 Eylül, 2011

"Türkiye Mezbahalarının Zulmü"


  Gün Zileli’nin sitesinde rast geldiğim ‘Türkiye Mezbahalarının Zulmü’  başlıklı videoyu paylaşan hareketin (Zulmü Görüntüle) varlığından ve bir senedir sitelerinin aktif olduğundan yine bu site vasıtasıyla haberdar oldum.

  Daha önce bahsettiğim Earthlings yahut bahsetmediğim Food, Inc. gibi filmleri izlerken duyduğum huzursuzluk ve öfkenin daha çoğunu -sitenin içerdiği videoların içeriklerinin Türkiye kaynaklı olması sebebiyle- bu sitedeki videoları izlerken duyduğumu söylemeliyim.

  “Bu video, biraz “izlenebilecek” olarak değerlendirilip kırpılan diğer görüntülerden geriye kalan çekimlerden oluşmaktadır.” ibaresiyle paylaşılmış olan kısa kaydı aşağıda izleyebilirsiniz.

 

 

   Bağlantılar:

- Videonun Youtube Sayfası

- Zulmü Görüntüle

.

28 Eylül, 2011

On Üç Yaşında Bir Kadınla Yatan Ünlü Yönetmen Polanski, Yaşam Boyu Başarı Ödülünü İki Yıl Gecikmeli Olarak Alabildi


  “Ev hapsi cezasını 1 yıl önce tamamlayan 78 yaşındaki Polanski, Zürih Film Festivali'nde, ''Dostlar, ne diyebilirim. Geç olsun da güç olmasın'' diyerek kendisini alkışlayan davetlileri güldürdü. Polanski, İsviçre'de bulunmaktan dolayı duygulandığını belirtti.

  Polanski, Zürih Film Festivali'nde, Bern Kantonu Gstaad köyündeki Alp dağ evinde geçirdiği elektronik bilezikli ev hapsi günlerini işleyen yeni filmi ''Film Anısı''nın gösterimini yaptı.”


  Anadolu Ajansı’nın yukarıdaki cümleleri de içeren, –kim bilir neden- isnat edilen suçtan bahsetmediği haberinde; “Polanski'nin Zürih'e gelişi, 2009'da bu kentin havalimanında ABD'nin 33 yıldır süren tutuklama müzekkeresi yüzünden tutuklanması bakımından büyük önem taşıyor“ cümleleriyle geçiştirilen ve Roman Polanski’yi ülkeden ülkeye kaçırtan hali kısaca özetleyeyim.

 

  Roman Polanski, 1977 yılında (41 yaşındayken) Los Angeles’ta, oyuncu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimine konu ettiği 13 yaşındaki bir kadın ile çekim sonrasında cinsel ilişkiye girmiştir. Samantha Geimer isimli bu kadın mahkemede, fotoğraf çekimi esnasında çıplak olduğunu söylemiş, Polanski’nin tavırlarında bir garipliğin olduğunu anladığını ve istememesine rağmen ikinci çekimin de gerçekleştirilmesinden sonra Polanski’nin kendisiyle ilaç (uyuşturucu) vererek ilişkiye girdiğini belirtmiştir.

  Aynı yıl ortaya çıkan bu olay dolayısıyla suçlandığında, cinsel birleşme iddiasını mahkemede doğrulayan Polanski, Geimer’in avukatının da isteğiyle kefaret (Plea Bargain) karşılığında, isnat edilen altı suçtan beşinden beraat ederken, yalnızca küçüklerle cinsel ilişki suçundan (Statutory Rape, Türkiye’de: Reşit Olmayanla Cinsel İlişki) suçlu bulunarak, serbest bırakılmıştır.

  Buna rağmen, hakimin bir süre sonra fikrini değiştirip hakkında tekrar tutuklama kararı almasıyla 1978 yılında İngiltere’ye kaçan Polanski, İngiltere’nin kendisini sınır dışı edeceği korkusuyla Fransa’ya sığınmış ve burada vatandaşlık hakkı elde etmiştir.

  1988 yılında Geimer, cinsel saldırı ve bilinçli duygusal baskı uygulama suçlarıyla Polanski’yi dava etmiş fakat taraflar 1993 yılında tekrar anlaşmışlardır.

  ABD’de hakkında yakalama kararı (hala devam etmektedir) bulunmasından dolayı Polanski bir daha bu ülkeye dönmemiştir. Polanski’nin avukatları 2008 yılında, Amerikan mahkemesine hakkındaki davanın düşmesi için başvurmuş fakat başvuruları reddedilmiştir.

  2009 yılında Zürih Film Festivali’nin kendisine verdiği yaşam boyu başarı ödülü için İsviçre’ye giden Polanski, bu ülkede (ABD’nin de baskısıyla) tutuklanmıştır. Polanski iki ay cezaevinde kaldıktan sonra ev hapsine alınmış, bu esnada da İsviçre Polanski’yi Birleşik Devletler’e vermeyi reddetmiştir.

  Olaydan seneler sonra Geimer, Polanski’nin hatasını anladığını düşündüğünü, artık serbest bırakılması gerektiğini söylemiş; medyanın, mahkemelerin ve yargıçların -kendisine yaşadığı mutlu hayata rağmen- konunun tekrar tekrar gözününe getirilerek Polanski’den daha fazla zarar verdiğini belirtmiştir.

  Ayrıca aralarında Woody Allen, Pedro Almodovar, Alejandro Gonzalez Inarritu, Wim Wenders ve Martin Scorsese gibi yönetmenlerin ve oyuncuların da bulunduğu 100 kişi, 2009 yılında Polanski’nin serbest bırakılması için imza kampanyası düzenlemiştir.

  Polanski, serbest bırakılmasının üzerinden yaklaşık bir yıl sonra 28 Eylül 2011 günü yani bugün, iki yıl önce alamadığı yaşam boyu başarı ödülünü yine Zürih’te, alkışlarla almıştır.

 

.

22 Eylül, 2011

Hayatımın En Güzel Gecelerinden Biri(nin Sonu)


  Sanıyorum sabah saat üçü geçiyor. Doksan sekiz senesi olmalı. O dönem her gece olduğu gibi, bir şeyler okuduktan sonra birkaç saat uyuyamamanın getirdiği boş vakitteki sıkılgan halimi, televizyon izleyerek gidermeye çalışıyorum. Kanal D’de Kaygısızlar’ın tekrar bölümünü mü izliyordum, hatırlamıyorum. Bir ara sıkıntıdan kanalları hızlıca değiştirmeye başlıyorum. Yirmi otuz saniye sonra sarı logolu bir kanala denk geliyorum, ismi ViVA.

  Sahnede kel bir adam var. Kulağındaki kulaklık kıvrılarak yeşil kazağından içeriye giriyor.  Elli-yüz kişilik bir salonda ve ışıl ışıl bir sahnede, parlak ve makyajlı gözleriyle seyirciye bakarak şarkı söyleyen güzel ve etkileyici bir adam. Hayran kalıyorum. Parıldayan, kıvılcımlar saçan bir şeyler okuduğumda, dinlediğimde ya da gördüğümde olduğu gibi gözlerim açılıyor yine, dikkat kesiliyorum.

  Kel adamın arka tarafındaki müzisyen grubu beş kişiden oluşuyor. Şarkıcının karşısındaki kamera yayını ele aldığında, arka tarafta, ışığın altında duran ve kel adam kadar net gözüken bir davulcu var. Gruptaki asıl dikkat çeken adam uzun saçlı gitarist. Grubun diğer üyelerine göre daha baskın bir görüntüsü var, biraz da yaşlı gözüküyor. İzleyiciye göre solda, sarı bas gitarıyla şarkılara eşlik eden, bazen de vokallik görevini icra eden, sarışın ve gözlüklü bir adam.  Gruptaki diğer iki kişi dikkatimi çekmiyor. Sahnedeki her şeyi dikkatlice incelerken bir alt yazı geçiyor: Daysleeper

  Kel adam, Daysleeper’ı okuduktan sonra “please welcome, P…(?) Smith” şeklinde bir anons yapıyor ve seyirci çılgınca alkışlamaya başlıyor. Gelen kişinin de ünlü biri olduğunu anlıyorum. Biraz sonra sahneye uzun eteği ve başındaki siyah beresiyle, kabarık saçlı, zayıf, büyük burunlu, avurtları çökmüş bir kadın geliyor.

  Kel adam ve zayıf kadın yanyana duruyorlar. Kel adam şarkıya başlıyor. Manifesto okur gibi içten söyleme başlıyor şarkısını. Tüm sözleri anlayamıyorum ya, anladığım kadarıyla şoke oluyorum. Sıra nakarat bölümüne geldiğinde zayıf kadın ‘I'll take you over, there’ dizesini birkaç kez tekrar ediyor. Sonra tekrar sözler, tekrar nakarat. Bir süre sonra beraber söyleme başlıyorlar farklı sözleri:

  “Tastes like fear, pulls us near”  - “There baby, there”

  Daha önce böyle bir şey işitmediğimi yahut izlemediğimi anlıyorum. Oturduğum yerde doğruluyorum. Her heyecanlandığımda olduğu gibi, ellerimin içinin çokça terlediğini fark ediyorum.

  Zayıf kadın beresini çıkarıp, ‘there baby, there’ diyerek büyük bir coşkuyla şarkıyı bitiriyor. Daha sonra kel adama gülerek bakıyor. Seyircilerin alkışları arasında kel adam zayıf kadının kulağına bir şeyler söylüyor ve zayıf kadını “Paty-Patty-Patti (?) Smith” diyerek uğurluyor.

  Konserin bir yerinde kel adam eline bir albüm alıyor ve yeni albümleri olduğunu belirterek mavi bir kapağı olan UP isimli albümlerini tanıtıyor. O an, grubun isminin R.E.M. olduğunu ve aslında onların bir şarkısını zaten bildiğimi (malum şarkı) öğreniyorum.

  Konserin geri kalanını da hayranlıkla dinledikten sonra koşarak bilgisayarda Netscape Navigator’ı açıp R.E.M.’in ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Birkaç şey okuduktan sonra alacağım ikinci albümün hangisi olacağına da karar veriyorum; Automatic for the People.

  Bu iki albüm, daha sonra satın alacağım ona yakın R.E.M. albüme dayanak oluşturuyor.

  Ertesi gün aynı kanalı, aynı saatte tekrar açıyorum ve fakat bu kez Bryan Adams konseriyle karşılaşıyorum; bir sonraki gece ise The Corrs konseriyle. Birkaç gün sonra, aynı konser kayıtlarının bu kanalda sürekli döndüğünü fark ediyorum. R.E.M.’in o konserini ise denk geldiğim her vakit, onlarca kez izlediğimi hatırlıyorum.

 

  Dün, R.E.M.’in dağıldığını öğrendim. Haberi okuduğum an, tüm dinlemelerim boyunca, hangi an neyi hissettiğimin, grubun bana hangi ruh hallerimde eşlik ettiğinin ve bir sürü R.E.M. kaseti ve CD’siyle büyüdüğümün farkına vardım.

  Bir şeye anlam yüklediğinizde, o şeyin sonunun gelmesiyle sizin de bir yönden sonunuzun geldiğini anlıyorsunuz. Fakat bunun kötü bir şey olduğunu düşünmeyin. Ölene kadar sizin olacağını bildiğiniz ve buna emin olduğunuz bir şeyin anlamını kısa sürede yitirirsiniz.

  Anlamını yitirmemek için kendisini yitirmelisiniz, hiçbir zaman unutmamak ve anlamlı kılmak için.

  Yine de çok mutsuz olduğumu söylemeli miyim?

 

            Zayıf Kadın ile Kel Adamın şarkısı: E-Bow the Letter

 

   Bağlantılar:

- Şarkının Sözleri

- Açıklama – REMHQ

.

19 Eylül, 2011

Göllerde Bu Dem Bir Kamış Olsam (Gülüşmeler)


Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz iri güller,
Güller ki kamıştan daha nâlân,
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân,
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?..

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam,

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

 
  Ahmet Haşim’in içkilerinden bahsetmişken, şairin Bir Günün Sonunda Arzu adlı şiirinden bir dizeyi es geçmemek gerekir. 1921 yılında yayımlanan şiirin ilk halinin son iki mısrası, Akşam, yine akşam, yine akşam, / Göllerde bu dem bir kamış olsam şeklindedir.

  Bu dizeler daha sonra çokça kişi için alay mevzusu haline gelmiş, Orhan Veli, Haşim’e atfederek:

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam.
                   (Eskiler Alıyorum adlı şiiri)

 

   Can Yücel ise,

Akşam yine akşam yine akşam 
Göllerde bu dem kılkamış olsam.

  demiştir.

  Orhan Veli’nin Ahmet Haşim’le olan derdinden daha sonra bahsedeceğim fakat kamış konusunda -Garip’lerin en önemlisi olan- Orhan Veli’nin amacının, Haşim ve onun şiiriyle (belki de Fecr-i Atî ile) alay etmek olduğu açıkken, Can Yücel’inki ise yalnızca sataşmak olabilir.

.

12 Eylül, 2011

Thought of You


 

merit_b siff-official-select-only_smalld indiefest003b festival-winner-laurel-copy sene-2011-laurels-copy

 

   Bağlantılar:

- Ryan Woodward

.

07 Eylül, 2011

Birkaç Sene Sonra New York (1881)

 

                                                        -Birkaç sene sonra New York- (1881)

 

  Karikatürist Thomas Nast’ın yukarıdaki çizimi 1881 yılında Harper’s Weekly dergisinde yayımlandığında, New York’taki en yüksek bina 85 metrelik boyuyla Trinity Kilisesi’ydi (solda).

  Çizer –muhtemelen- mübalağa ederek, birkaç sene içinde Manhattan, New York’un böyle bir hal alabileceğini mizah konusu edinmişti.

  2001 yılında yıkılana kadar, 417 metrelik boyuyla Dünya Ticaret Merkezi binalarını da bünyesinde barındıran New York’un şu anki görünümü ise, Nast’ın hayal gücünün çok ötesinde olsa gerek.

 

   Bağlantılar:

- New York’un En Yüksek Binaları (Kronolojik)

- Kaynak - Predictions: Pictorial predictions from the past

.

06 Eylül, 2011

İçkiler


  Bu yazıda, ‘akşamcı şair’ diye diye Ahmet Haşim’i bir nesle, akşamdan sabaha kafayı çekip kafası bulutlu olarak şiir yazan bir adam zannettiren edebiyat öğretmenlerini bir kenara bırakalım ve Haşim’in İkdam gazetesinde yayımlanan -ve bu sefer sahiden kafayı çekmekle ilgisi olan- İçkiler adlı yazısını paylaşayım.

  İkdam, Haşim’in harikulade yazılarının da yayımlandığı ve Haşim’in buradaki yazılarından toplama yapılarak yayımlanan Bize Göre adlı kitabının çıkmasına vesile olan gazetedir. Şairin Bize Göre adlı kitabında da bulunan Fransız kadınıyla ilgili güzel tespitlerini Fransız Kadını isimli bir gönderinin kaynağı olarak kullanmıştım.

  Aşağıda okuyacağınız İçkiler adlı yazı ise, yine bu sitede yayımlanan bir diyalog ile ortak bir noktaya sahiptir ki bu ortaklık, iki yazının da Erdal Alova’nın İçki ve Edebiyat Alemi adlı kitabında bulunmasındır. Bir sabah vakti gönderdiğim, Orhan Veli’yle başlığı altında bulunan bu diyalogdan üç sene sonra yeniden bir sabah vakti elime geçen İçki ve Edebiyat Alemi’nden bu kez paylaşacağım yazı, Ahmet Haşim’in bahsettiğim, İkdam gazetesinde yayımlanan İçkiler adlı kısa yazısıdır.


   İÇKİLER

  Gerçi bütün sarhoşluk veren içkiler alkolden yapılır. Bu itibarla hepsi de birbirinden farksızdır, fakat bana öyle geliyor ki, bunların uzviyet üzerinde tesirleri başka başkadır. Sanki hepsinin ayrı birer maneviyatı ve ayrı birer çehresi var.

  Böyle bir farkın mevcut olabileceği fikrini bana veren rakı sofralarının halidir.

  Sanki rakı, mideye girince, orada makul iştihalar yerine birtakım delice arzular uyandırıyor.

  Rakı, kadehler içinde bulanık rengini göstermeye başlar başlamaz, masa etrafındakilerin ağzı birden, soğan, sarmısak, turp, pastırma, turşu, tuzl balık ve buna benzer şeyler çiğnemek arzusuyla salyalanmaya başlar.

  Bir rakı sofrasında iştihayı uyandıran etler hangileridir? Hayvan leşinin hep yenilmemesi, atılması lazım gelen kısımları, işkembe, bağırsak, ciğer vesaire. Böyle zarafetsiz bir oburluk uyandıran yalnız rakıdır.

  Şarabın arkadaşları meyvelerdir.

  Viski, olsa olsa ancak tuzlu bademle içilebilir.

  Hatta yemekten evvel veya yemekten sonra alınan birçok içkiler insanda maddiyatı hasfeder gibi içmek arzusundan başka her türlü mide arzularının ağzını kapatır.

  İçkiler içinde aksülamelleri bedii manada hiç güzel olmayan rakı olsa gerek.

(İkdam, 2 Kasım 1926)


   Bağlantılar:

- Orhan Veli'yle

- Fransız Kadını

.

02 Eylül, 2011

Rubato Üstadı Bir Tanrı - Vladimir Sofronitski


  Ingmar Bergman gibi, sanatına tanık olduğumuz en büyük sanatçılardan birinin, hakkında:

  “hayatım boyunca kapılarını çaldığım hayal odalarında bütün doğallığıyla dolaştı” dediği adamın kim olduğunu bilmezseniz,

  “Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entelektüel analiz olabilirler. Picasso'nun tüm eserleri bu entelektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.”

  yukarıdaki cümlelere de kıçınızla gülüp geçebilirsiniz.

  Sanatçıların birbirleri hakkındaki yağ çekmelerini sıklıkla duymuşsunuzdur, tarih kitapları da bunları çokça kaydetmiştir. Bunların yağ çekmekten ibaret mi yoksa adilane mi olduğunu anlamanız, laf sahibine yani sanatçıya inanmaktan geçer. Genellikle olumlu yorumlara ve övgülere “doğru söylüyor” diyerek reaksiyon gösterdiğimiz, olumsuzlara ise mesafeli durduğumuz bu tür eleştirilerin sahiplerinden, içlerinde benim de gözüm kapalı inanabileceğim bazılarının olduğu bir gerçektir.

  Bunlardan biri, yukarıdaki cümlelerin sahibi Andrey Tarkovski iken, bir diğeri ise icrasını işittiğim en büyük müzisyen olan Sviatoslav Richter’dir. Sviatoslav Richter’in hakkında “Tanrı” nitelemesini yaptığı, Emil Gilels’in ise, ‘yaşayan en büyük müzisyen öldü’ diyerek hislerini açığa vurduğu bir başka müziysen de vardır ki onun ismi Vladimir Sofronitski’dir.



  Tempo Rubato, İtalyancada ‘Çalınmış Zaman’ anlamına gelir. Müzikteki tempo anlamıyla rubato, ritimdeki özgürlüğü ve anlatım tarzını belirtir. Ölçüden ölçüye geçerken yahut notalar arasında yaşanan bir esnekliğin ifadesidir. Sanatçı eserin bir bölümünü olduğundan daha gevşek ve yavaşça çalarken, burada çaldığı zamanı başka bir ölçüye ekleyebilir. Her incelikte olduğu gibi rubato ustalık ve hissiyat isteyen bir tekniktir. Bu sebepten rubato bu günlerde sıklıkla piyanistlerin saçmalamasına ve kişisel bir şeyler ifade ettiklerini düşünürken komik duruma düşmelerine neden olmaktadır.

  Kulaklarımın duyduğu en büyük rubato üstadı ise yazıya bahis mevzusu olan piyanist Vladimir Sofronitski’dir. Sofronitski, 1901 yılında doğmuş ve 1929 yılındaki Fransa turu hariç Rusya dışında sanatını kitlelere ifade etmediği için batıda çokça tanınmamış, gençlik yıllarında Aleksandr Skriyabin’in kızıyla evlenmiş ve daha sonra kızdan ayrılmasına rağmen Skriyabin etiketinden hiç kurtulamayan ve fakat bu etikette en büyük payın sahibinin yine kendisi olduğu tartışılamaz bir gerçek olan (Scriabin bestelerini yaşamış en büyük üstadı olmuştur) ve 1961 yılında kanser yüzünden ölen, dinlemekten en keyif aldığım piyanistlerden biri, bence yaşamış en büyük birkaç piyanistten biridir.

  Yazının başında ifade ettiğim övgü kaypaklığı ise, bu noktada vurgulanmaktadır. Bu iki kişinin birbirine övgüsü, Sofronitski’nin Sviatoslav Richter’i ‘dahi’ kelimesiyle onore etmesinden sonra Richter’in Sofronitski’ye hitabıyla, ‘Tanrı’, şeklinde olmuştur.

  Richter yahut Sofronitski gibi karanlıktan hoşlanan, konuşmayı sevmeyen, sanatını icra edip gözden kaybolan, yaşadıkları dönemde politize olmamanın imkansız olduğu, bunun yüzünden bir sürü zorluklar çektiklerinin sabit olduğu ama yine de bu meseleler karşısında duygusuzluğa varabilecek bir duruş gösteren ve bunu sanatlarını yüceltmek için, içlerinden geldiği için yapan ve hatta Sofronitski’nin müzik kayıtlarından hoşlanmadığını, çok az kaydı olduğunu ve bunların çoğunun da öğrencilerinin gizlice gerçekleştirdiklerini bildiğimiz bir ortamda, bu adamların birbirlerine övgülerinin lafügüzaf olduğunu iddia etmek, büyük haksızlık olacaktır. Yazının başlığında ‘tanrı’ ifadesini kullanmam, bu yüzdendir.

  Aşağıdaki kayıt, her türlü övgüye mazhar Sofronitski’nin rubatoyu eserin bazı bölümlerinde muhteşem bir şekilde işlediği, Rahmaninov’un ünlü, 2 numaralı prelüdüdür.


 

  Not: RSS okuyucusu kullananlar kaydı dinleyebilmek için siteye girmek mecburiyetindeler.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics