_ Furkan, n’aber?
_ Söyle?
_ Iııı, şimdi, bir proje var…
Diyaloglarım, bu ve benzeri cümlerle başlıyorsa, muhtemelen bir yardım çığlığı ile karşı karşıya kalacağım demektir. Bu çığlığın içeriği de, muhtemelen kısa bir süre içinde yazılacak bir metindir.
Bu sefer de farklı bir şey olmadı. Televizyon gazeteciliği bölümü öğrencisi eski bir dost, kısa bir süre içinde, daha sonra ses kaydı şekline getirilip video ve fotoğraflarla süslenecek bir haber projesini hazırlamak için biyografisini yazabileceği bir kişiyi önermemi istedi. Ahmet Uluçay cevabını verdiğimin ikinci günü, “bu adamın hayatı hakkında pek bir şey bulamıyorum” mesajını almamla, üzerime doğru gelen bir tehlikenin varlığını sezmiştim. Birkaç çırpınıştan sonra son kozumu oynayarak, Uluçay’ın doğduğu yer olan Kütahya’ya gitmesini önererek işin içinden sıvışmaya çalıştıysam da başarılı olamadım. Evet, yoğun istek üzerine o kişiyi ben seçecektim; hiç sevmediğim o biyografilerden birini de yazmak koşuluyla. Ancak, iki paragraflık bir “blog” yazısını bile üç beş saatte yazıp beş on kere kontrol eden ben, bu öz geçmişi iki günde yazacaktım.
Çoğu zaman, “abi bunu anca’ sen yaparsın” yağcılığıyla gelen bu tekliflerdeki metinlerin bitiş tarihlerinin pek yakın olmaması hasebiyle ve bunların bazılarını da kaynatabileceğimi düşünmem nedeniyle, “tamam, bakarız” cevabıyla kurtulduğumu düşünürsek, bu kez de aynı cevabı verip rahatlayabileceğim sonucunu çıkarabilirdik. Ancak iki günde bitirilecek, araştırma ve çeviri isteyen bir tekst için bu cevabı vermek, insanın içini azıcık da olsa rahatlatmıyor. “Tamam, bakarız” cevabını tabii ki yapıştırdım ancak içimden de bir şeyler aktı gitti? “Neye bakıyorsun?”
Krzysztof Kieślowski’yi seçtim. Son halinin videosunu buraya da koyacağım çalışmanın bir haber değeri taşıyacak olması, işimi oldukça zorlaştırdı. Metni oluştururken uzun cümleler yazmaktan kaçınmaya çalışmak bir yana, yazmak konusunda en nefret ettiğim kısıt olan zaman (çevirileri de düşünürsek), yazının baştan savma olması sonucunu getirecekti ve nitekim de öyle oldu. Sonuç olarak bugün sunumu yapılan bu videonun metni için “çok güzel olmuş, sıkılmadan dinledim ama bazı cümleler böyle bir projenin metni için uzun olmuş sanki” cevabını veren ukala üniversite hocasına da buradan selamlarımı iletiyor ve kendisini düelloya davet ediyorum. Neyse:
Krzysztof Kieślowski
"Film çekmek için büyük bir yeteneğim yok. Örneğin Orson Welles, yirmi dört ya da yirmi altı yaşında ilk filmi Citizen Kane'i çekerek en tepeye, sinemada olabilecek en yüksek noktaya tırmanmayı başardı ve bunu kanıtladı. Benim, o noktaya gelmek için bütün hayatımı adamam gerekecek ve fakat hiçbir zaman da oraya gelemeyeceğim. Bunu kesinlikle biliyorum. Sadece devam ediyorum. Benim için, her film daha iyi ya da daha kötü değil. Hepsi, ileriye doğru atılmış bir adım ve kendi değer yargılarıma göre, bunlar beni hiçbir zaman ulaşamayacağım o hedefime götürecek küçük adımlar."
Bu cümleler, on altı yaşında itfaiyeci olmak üzere girdiği okuldan kaydını aldırıp Varşova’daki tiyatro kolejine girdikten sonra hayatının son dönemlerinde (yirminci yüzyılın sonlarında) gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden biri olarak anılan ve “Neden sinema yapıyorsunuz?” sorusuna, “Başka bir iş bilmiyorum da ondan” cevabını veren, Krzysztof Kieślowski’ye ait. Onu daha yakından tanımak için, hayatının ilk dönemine, yani İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasına dönmek gerekecek.
27 Haziran 1941’de Varşova’da doğan Krzysztof Kieślowski, çocukluğunun ilk yıllarında, inşaat mühendisi babasının verem hastalığı dolayısıyla ailesiyle beraber Komünist Polonya’nın bir çok kasabasını ve sanatoryumunu dolaşmak zorunda kaldı. Daha sonraları bu dönem için: “O kadar çok okula gittim ki hangilerine gittiğimi sıklıkla karıştırıyorum. Yılda iki ya da üç kez okul değiştiriyordum” diyen Krzysztof, memur olan annesinin kısıtlı geliri dolayısıyla maddi zorluklarla da karşılaştı. Zamanının çoğunu yatağında kitap okuyarak geçiriyordu. Edebiyatta, Camus’den Dostoyevski’ye, Tom Sawyer’dan kovboy hikayelerine kadar geniş bir ilgi alanı bulunan Kieslowski, daha sonraları, o dönemde okuduğu kitaplar için: “Bana bir şeyler öğrettiler, beni bir şeylere karşı duyarlı yaptılar. Bir çocuk olarak okuduğum şeyler, beni ben yaptılar.” diyecekti. Belirli bir akıma veya ideolojiye ait olmayan bir öğrenci olarak, bir kariyere başlamak isteyen Krzysztof, on altı yaşındayken babası tarafından itfaiye eğitimi veren bir okula kaydolmaya ikna edildi. Babasının asıl amacı, onun zorluklarla karşılaşmasını sağlamak ve eğitimine kendi isteğiyle ve kararlılıkla devam etmesi için bir kıvılcım yakmaktı. Fakat üç aylık bir eğitim sonrasında bu okuldan ayrılmaya karar verdi. Kurallara dayalı bir ortamda istediği şeyleri yapamıyordu. Kendi deyimiyle “istediği zamanda ya da acıkınca” kahvaltısını yapmak istiyordu.
Sürekli tedavi gören babası 47 yaşında öldükten sonra, uzak bir akrabasının yöneticiliğini yaptığı tiyatro okuluna kaydolan Krzysztof, sonraları bu okul için: “Kitap okumamızı, tiyatroya ve sinemaya gitmemizi öğütlüyorlardı fakat bunlar benim dünyamda ve çevremde rağbet gören şeyler değillerdi. Daha sonraları ise böyle bir dünyanın olduğunu gördüm, benim de böyle bir hayat yaşayabileceğimi fark ettim” diyecekti. Kieslowski, Varşova’daki bu tiyatro okuluna devam ettiği dönemde, tiyatroya olan sevgisinin farkına vardı ve yönetmen olmaya karar verdi. Ancak bu programa kaydolmak için başka bir alanda belirli çalışmaları tamamlamış olması gerekiyordu. Tiyatroyla ilgili olacağını düşündüğü için film yönetmenliği bölümünü seçmeye karar verdi. Fakat, Roman Polański, Andrzej Wajda, Zbigniew Rybczyńsk, Andrzej Munk gibi ünlü sinemacıların da mezun olduğu Lodz Film Okulu’na girmek için gerekli olan sınavda iki kez başarısız oldu. Ayrıca bu sürede, askerlik görevinden muaf olmak için kendini aç bırakarak psikolojik sorunları olduğuna, yetkilileri inandırmaya çalıştı ve bunda da başarılı oldu.
1948 yılında, Stalinist propaganda amacıyla kurulmuş olan ancak kurulduğu tarihten bu yana birbirinden değerli sinemacılar yetiştiren Lodz Film Okulu’na 1964 yılında, üçüncü denemesinde girmeyi başaran Kieslowski ise, “Okula girdiğim için mutluydum. Girebileceğimi kanıtlamak için sahip olduğum hırsı tatmin ettim fakat yine de beni kabul etmemeleri gerektiğini düşünüyordum. Tam bir budalaydım. Beni neden kabul ettiklerini bilmiyordum. Muhtemelen üç kez denediğim içindi.” diyerek bu okula girmeyi hak etmediğini düşündüğünü belirtecekti.
Lodz’daki eğitimi boyunca ve kariyerinin ilk dönemlerinde belgesellere ilgi duyan Kieslowski, kendi sinemasının karakteristiğini oluşturmak amacıyla bir tarz geliştirme çabası güdüyordu. İlk belgeselleri, şehrin sakinleri, işçiler ve askerler üzerine yoğunlaşmıştı. Lodz’da bulunduğu dönemde, Ofis (Urzad 1966), Tramvay (Tramwaj 1966), Fotoğraf (Zdjęcie 1968) ve Lodz Şehri’nden (Z miasta Łodzi 1968) gibi çalışmalara imza atan Kieslowski, okulunun son yılı 1969 yılında, ömrü boyunca evli kalacağı karısı Marysia ile evlendi. Hayatında iki kere politikada şansını denediğini ve kendisi için kötü sonuçlandığını söyleyen Kieslowski, bunların ilkinin 1968’de Lodz’daki öğrenci grevi, ikincisi ve asıl olanının da ordudan taşlar fırlatarak kaçışı olduğunu söylemişti.
.
(Devamı…)
.
Bağlantılar:
- İlgili Yazılar: Urzad – A Propos of the Wet Snow
Przypadek – A Propos of the Wet Snow
Krótki film o zabijaniu – A Propos of the Wet Snow
- Kieslowski - Senses of Cinema
- Encyclopedia
- Kieslowski on Kieslowski: Danusia Stok