Aşağıdaki gibi bir alıntıyı İslam Felsefesi konusunda uzmanlaşmış bir kişiden yapmak hoş oluyor tabii ki. (İslam Felsefesi tabirini kullanarak; İslami Felsefe, İslam’ın Felsefesi, İslam’ın etkin olduğu bölgelerde yapılan ve İslam’ın kendisiyle pek ilgisi olmayan felsefi çalışmalar gibi etiketlerden birini seçmiş olmadım. Din ve felsefe birlikteliğinin yarattığı absürtlükten dem vurulan tartışmalardan hiç hoşlanmam. İslami Felsefe tabirini, hoşuma gittiği için kullandım.) Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın Felsefeye Giriş adlı kitabının Felsefe-Din ilişkisi başlıklı kısa bir bölümünden yapacağım bu alıntıyı okurken, Dogma başlıklı yazıda kullandığım alıntıyı göz önünde bulundurmak gayet yerinde olacak sanırım. Özellikle Pirsig’in, Güneş’in doğacağına inanmanın (burada inanmak, kendini adamak anlamında kullanılmıştır) hiçbir anlam ifade etmediğini belirttiği gibi;
“Tam olarak güven duyduğun bir şeye asla kendini adamazsın. Kimse bağnazca güneşin yarın tekrar doğacağını haykırmıyor. Güneşin yarın tekrar doğacağını biliyorlar. İnsanların politik veya dinsel inançlara veya herhangi diğer dogma ve hedeflere kendilerini bağnaz bir şekilde adamaları; bu dogma ve hedeflerin şüphe dolu olmasındandır.”
Arslan da, varlığı apaçık belli olan bir şeye inanılamayacağını şu şekilde belirtiyor:
“O halde insana uygun, insani varlık için kabul edilebilir, değerli inanç, ancak gerçekten herhangi bir türden bilgiyle ortadan kaldırılması mümkün olmayan varlıklara, şeylere veya değerlere inanç olabilir.”
Arslan’ın bu kitabının, bahsettiğim Felsefe-Din başlıklı bölümünün daha geniş bir kısmını paylaşmak istiyorum. Zaman ayırmanızı tavsiye ederim.
“Öte yandan dinler kendilerine yönelen insanlardan aslında ‘bilgi’ de istemezler, çünkü o ‘bilgi’yi zaten kendileri onlara verme iddiasındadırlar. Onların insanlardan istedikleri, verdikleri bu bilgiye, getirdikleri mesaja inanılması, iman edilmesidir. Zaten imanın değeri, ileride göreceğimiz üzere Kierkegaard ve ondan önce bazı Müslüman Kelamcılar tarafından işaret edilmiş olduğu üzere son tahlilde burada yatabilir: Eğer bilmek iman etmenin veya inanmanın yerini tutabilseydi veya iman edilen şey aynı zamanda bilinmesi yapısal olarak mümkün bir şey olsaydı, o zaman dine gerek kalmaz, bir süre sonra inancın yerini bilgi alırdı. İman, insanın bir şey, bir varlık, bir değer hakkındaki bilgi eksikliğinden ötürü geçici bir süre için benimsenen ve bu konuda kesin, güvenilir bilgilere ulaşma imkanı doğduktan sonra yerini bu bilgiye terk etmesi gereken bir zihin etkinliği veya bir ruh tasdiki değildir; tersine bir şey, bir varlık, bir değer hakkında, bilgiden bağımsız olarak benimsenen ve herhangi bir karşı-bilgi ile ortadan kaldırılması söz konusu olmayan, çünkü insan ruhunun ayrı bir planına ait olan orijinal bir zihin etkinliği veya ruhsal-iradi bir tasdiktir.
Bundan çıkacak en önemli sonuç, bir şeye inanma veya iman etme ile bir şeyi bilme arasında, her zaman, asla doldurulamayacak olan bir aralığın, mesafenin bulunacağıdır. Bundan çıkacak bir diğer sonuç ise insanların ancak herhangi bir bilgiyle ortadan kaldırılamayacak varlıklara, değerlere inanmalarının makul veya kabul edilebilir olacağıdır. İmanın gerçek bir değer ifade edeceği, insan hayatı için gerçekten anlamlı olabileceği yer ancak burası olabilir. Bunun dışındaki şeylere inanç, o halde doğru anlamda inanç değildir; olsa olsa batıl inanç, yani yanlış olduğu apaçık bilinen veya bilinebilecek olan saçma inançtır. Örneğin kimse makul veya anlamlı bir tarzda, kadınların erkeklerden daha az zeki, daha az kişilik sahibi olduğuna, bundan dolayı onlara erkeklere göre daha az haklar tanımak gerektiğine inanamaz. Çünkü bu, gördüğü bir şey olduğu gibi bilimsel-psikolojik çalışmalar, testler tarafından da doğrulanmayan bir tezdir. O halde insana uygun, insani varlık için kabul edilebilir, değerli inanç, ancak gerçekten herhangi bir türden bilgiyle ortadan kaldırılması mümkün olmayan varlıklara, şeylere veya değerlere inanç olabilir.”
Ahmet Arslan – Felsefeye Giriş (Adres Yayınları)
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder