Elli yıldır yaşıyorum. Yaşamakla iyi mi ediyorum kötü mü, hala bilmiyorum.
Dostoyevski’nin, Delikanlı’da kurdurttuğu yukarıdaki cümleyle bugün -bir ajandaya tarafımdan not düşülmesinden dokuz yıl sonra- tekrar karşılaştım. Kendime ve çevremdekilere pek belli etmeden otuz yaşına yaklaşmaya başladığımdan, cümleyi soru haline getirip kendime sormamın çok da zor olmadığını tahmin edersiniz.
Dostoyevski, bu elli yıllık yaşamın iyi ya da kötü bir fikir olmasını ifade ederken, kişinin kendisi için mi yahut etrafındakiler için mi fayda konusu olmasını kastettiğini hatırlamıyorum. Kitabı açıp kontrol etmememin nedeni, evdeki dolapları ve kolileri kurcalayıp kitabı bulma üşengeçliğinden değil, senelerce aldığım tüm notları, her açıp baktığımda o anki yaşımda hatırlamak istediğim gibi kalmasını istememdendir. Her iki durumda da, kendimle ilgili bir yargılama yaptığımda, iyi yaptığım tek şeyin yavaş yaşlanmak olduğunu fark ediyorum. Bunun nedeninin de, genetik bir özellik olduğunu düşünüyorum.
Altmış yıldır yaşıyor gibiyim. Geride kalan her şeyi hatırlıyorum. Çocukluğumu, el kadarken giydiğim kıyafetleri, yirmi beş yıl önce evimin duvarında asılı olan takvimi, evime her gelen kişinin jestini, boynuna yaklaştığım her kadının kokusunu, her kurulan sofrayı, her defterimi, annemin yaptığı her yemeği, yediğim her bisküviyi ve kokusunu, tanışlarım ile tatilde yediğim her yemeği, insanların benimle her alay ettiklerinde –bazen de farkında olmadığımı düşünerek- yüzlerinin aldığı hali, her beceriksizliğimi, kadınları hayal kırıklığına uğrattığımın ertesinde nasıl acımasız olduğumu, okuduğum her kitabın kapağını, ailemin fakirliğinin ailem üzerinde yarattığı her tatsızlığın hareketlerine yansımasını, aslında; kokusu olan her bir varlığın kokusunu…
Filme kaydedilmiş gibi hatırlıyorum. Kendim için yapabildiğim tek iyi şeyin bu olduğunu görüyorum. Her gün, her ay her yıl, kenara çekilip neler yaşandığını hatırlıyorum. Hızlıca bir yolda giderken birden yoldan çıkıp neler olup bittiğine bakıyorum. Sahiden, altmış yıldır yaşıyor gibiyim; hayatın ne kadar hızlı ilerlediğini hiç düşünmedim. Doğanın bana verdiği, sahip olduğum tek özelliğin, ailemden gelen bir kalıtım olarak, görüntü ve koku hafızası olduğuna inanıyorum. (Koku hafızasının ne mühim bir şey olduğunu ve bir epilepsili beynin hastasına yaşattığı gibi zihinsel parlamalar yaşattığına bir gün değineceğim.) Sadece bu sebepten bile asıl soruya cevabım, otuz yahut altmış yıldır yaşamanın pek de kötü bir şey olmadığı yönündedir.
Tam da burada Richard Dawkins’in, Kör Saatçi kitabında bir akışın önünden çekilerek, genleri vasıtasıyla bir olağanüstü durumu oluşturan karıncaları izlemesinden bahsettiği pasajı paylaşacağım. Tekrar ifade edip, yapabildiğim tek şeyin, durup dinlenirken, ne güzel şeylerin olup bittiğini, nelerin akıp gittiğini ve hayatın ne kadar yavaş ilerlediğini ve böylece yazının başında bahsettiğim gibi, yavaş yaşlandığımı ifade ve itiraf etmem gerekir. Başka bir yeteneğim ve vasfım da yoktur.
Sürücü karıncalar ve ordu karıncaları büyük koloniler halinde yaşarlar; karınca sayısı ordu karıncalarında bir milyona, sürücü karıncalarda 20 milyona kadar çıkar. Her ikisinde de göçebe ve durağan evreler (görece istikrarlı ordugahlar) birbirini izler. Bu karıncalar –ya da amip benzeri birimler halinde düşünülmesi gereken kolonileri- acımasız ve kendi ormanlarında ürkünç avcılardır. Yolları üzerindeki hayvanları paramparça ederler. Terör havası estirmekle nam salmışlardır. Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde köylüler büyük bir karınca ordusunun yaklaştığını haber aldıklarında, gelenek olarak, her şeylerini fıçılara doldurur, kilitler ve köylerini boşaltırlar. Ordular, hamamböceklerinin, örümceklerin ve akreplerin tümünü, hatta damlardakileri bile temizleyip gittikten sonra geri dönerler. Çocukluğumda Afrika’dayken sürücü karıncaların beni aslanlar ya da timsahlardan daha çok korkuttuğunu anımsarım. Sociobiology’nin (Sosyobiyoloji) yazarı ve dünyanın en önde gelen karınca otoritesi Edward O. Wilson’un şu sözleri bu korkunç ünü daha iyi anlatacak:
“Karıncalarla ilgili olarak bana çok sık sorulan tek bir soru var ve yanıtım şu: Hayır, sürücü karıncalar ormanın teröristleri değil. Sürücü karınca kolonisi ağırlığı 20 kilogramı geçen, 20 milyon kadar ağız ve iğneye sahip bir “hayvan”; ve böcekler dünyasının en korkunç yaratığı olmasına karşın, aslında kendisi için anlatılan dehşet öykülerini hak etmez. Bu sürü bir metre yolu ancak ve ancak üç dakikada gidebilir. Değil bir insan ya da bir fil, işini bilen bir çalı faresi bile kenara çekilip, otların köklerindeki bu çılgınlığı rahat rahat seyredebilir. Ürkünçlüğünden çok, tuhaf, insanı hayrete düşüren bir nesne; memelilerinkinden farklı bir evrim öyküsü; yeryüzünde böyle bir öyküyü tasarlamak ne kadar olanaklıysa…”
Artık bir yetişkin olduğumda, Panama’da, bir kenara çekildim ve Afrikada’yken çok korktuğum o sürücü karıncaların Yeni Dünya’daki karşılıklarının çatırdayan bir nehir gibi yanımdan akıp gitmesini seyrettim. Tuhaf, insanı hayrete düşüren bir şey olduğuna yemin edebilirim. Saatler boyu ordular toprağın ve birbirlerinin üstünden yürüyerek geçtiler ve ben kraliçeyi bekledim. Sonunda geldi; görkemliydi. Vücudunu görmek imkansızdı. Yalnızca çılgın bir işçi dalgası olarak görünüyordu, kolları birbirine geçmiş karıncaların oluşturduğu, kaynayan bir sığamsal bir top. Kraliçe kaynaşan bu topun ortasında bir yerdeydi. Etrafı da tehditkar yüzlerini dışarıya dönmüş, çenelerini sonuna dek açmış, kraliçelerini savunmak üzere öldürmeye ve ölmeye hazır dizi dizi askerlerle sarılmıştı. Dayanamadım: Kraliçeyi ortaya çıkarmak amacıyla –heyhat!- elime uzun bir sopa alarak işçiler topunu dürtükledim. Anında, 20 asker o müthiş kaslı çenelerini sopama gömdü, asla bırakmamak üzere; ve onlarcası yukarı tırmanmaya başladı. Hemen sopayı attım elimden.
Kraliçeyi bir an olsun göremedim, ama orada, o kaynayan topun içerisindeydi, biliyorum: merkez veri bankası, tüm koloninin DNA hazinesi. Bu askerler, kraliçeleri için ölmeye hazırdılar, analarını çok sevdiklerinden değil, vatanseverlikle dolu olduklarından da değil, yalnızca ve yalnızca çeneleri ve beyinleri kraliçenin tuğrasıyla mühürlenmiş genler tarafından yapıldığı için.
Orada tuhaflığı duyumsadım, şaşkınlığı yaşadım; duygularım yarım yamalak anımsadığım korkuların canlanmasıyla karıştı. Çocukluğumda, Afrika’da nedenini niyesini bilemediğim gösterinin yaşattığı korku değişmiş, olgun bir anlayışla zenginleşmişti.
.