Andrey Tarkovski, sinema eleştirmenlerinin (profesyonel olanları diyerek belirtir) çoğu zaman kendisini ve yaptığı filmleri anlamadığını, sık sık hayal kırıklığına uğradığından bahseder yazılarında. Dostoyevski’nin ifadesiyle, bu pek soylu bir yakınmadır. (Sinema eleştirmenleri olarak ifade ettiğim grup ile bugün televizyonlarda gördüğünüz, çekilen her yüksek bütçeli Amerikan filminden sonra kameraların karşısına çıkıp -Tarkovski’nin çağdaşları için de söylediği- sinema teorilerinin basmakalıp ifadeleriyle olumlu yorumlar yapan, boş zamanlarını çocuk tecavüzcüsü Roman Polanski’yi korumakla geçiren, toplumdan gerçek sinema sanatının yorumlanması ve gündemde tutulmasıyla ilgili talebin hiçbir zaman gelmeyeceğini bildikleri halde işin kolayına kaçıp bunu topluma bir sorumluluk mantığı çerçevesinde kendileri de sunmayan, Bergman ve Bresson konuşmayan, üç boyutlu animasyon filmlerine balıklama atlayıp yavşakça yorumlar yapan, kendilerinden sinema otoriteleri kalıbıyla bahsedilince de yüzleri kızarmayan Atilla Dorsay ve sürekli televizyonlarda gördüğünüz o güruh arasında bir benzerlik yok tabii ki.)
Sanatçının sadece kendisi için bir şeyler yaratabileceğini hiçbir zaman kabullenemediğini söyleyen Tarkovski, eserlerini, filmlerinin etkisinden kalan insanları gördükçe ve seyircilerinden gelen mektupları okudukça onayladığını söyler.
Tarkovski’nin söylediği, eleştirmenlerin aslında filmlerini anlamadığı ve kendilerini filme bırakmadıklarıdır. Ona göre eleştirmenler, filmlerde sürekli semboller ararlar. Duvardaki tablo, masanın üstündeki kitap, okunan bir pasaj… Eleştirmenlere göre hepsi Tarkovski’nin yaptığı birer göndermedir. O bunu reddeder. Filmlerinde gönderme ve semboller yoktur (biri hariç). Her şey nasıl görünüyorsa öyledir. Bergman’ın Tarkovski için sarf ettiği, onun hayâl odalarında tüm doğallığıyla dolaştığı ve kendisinin birkaç kere bunu denemesine rağmen başarılı olamadığı sözleri de tam burada yatmaktadır.
Kendisine sürekli, filmlerine kimsenin ihtiyaç duymadığı ve kimsenin de bir şey anlamadığı söylenen Tarkovski’nin kırılan cesareti, halktan gelen birkaç güzel mektupla yerine gelmiştir. Eleştirmenlerin aksine, gelen mektupların çoğunda, insanların izledikleri şeyler ile kendileri arasında bir bağlantının olduğunu hissettikleri, bunu tam olarak ifade edememelerine rağmen filme bağlandıkları, daha doğrusu film ile kendileri arasında tarifsiz bir bağ kurdukları fark ediliyor.
Bahsettiğim seyirci mektuplarından birini daha önce paylaşmıştım. Yine Ayna filmiyle ilgili iki güzel mektubu daha sizinle paylaşmak istiyorum.
“Ayna için çok teşekkürler. Her şey, aynen çocukluğumdaki gibi… Bunu nasıl öğrenebildiğinizi merak ettim doğrusu. O zaman da tıpkı böyle bir rüzgâr, böyle bir fırtına esmişti… ‘Galka, kediyi dışarı at!’ diye bağıran bir büyükanne… Karanlık bir oda… Gaz lambası da sönmüştü… Ve anne yolu gözlemekten sıkışan ruhlar… Çocukta bilincin uyanması, filminizde ne de güzel anlatılıyor!… Tanrım, her şey ne kadar da doğru… Gerçekten de annelerimizin yüzlerini tanımıyoruz. Ve her şey ne kadar da yalın, ne kadar doğal. Biliyor musunuz, o karanlık sinema salonunda, yeteneğinizin ışıklandırdığı bir perde parçasına bakarken, hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.”
Bir diğeri:
“Mektubumun sebebi, Ayna. Hakkında söz söylemeye bile cesaret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez. Tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini –hem kendilerinin hem de başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla!”
.