22 Aralık, 2011


  Alman, İngiliz yahut Fransız’ın mezarına lafügüzaf ile birlikte göz gezdirmek hoş oluyor da, çok sevdiğini aşağıya indirip üzerini kapattıktan sonra eve dönmek insanı üzüyor sahiden.

 

.

25 Ekim, 2011

Van, Erciş


  The Atlantic, aşağıdakiler de dahil olmak üzere, deprem bölgesinde çekilen, çeşitli ajanslardan derlediği ve üzerine laf ebeliği yapmayı gerektirmeyecek ve fakat altlarında açıklamaları da bulunan otuz beş fotoğrafı In Focus bölümünde yayımladı. Bu bağlantıdan sayfaya ulaşabilirsiniz. Büyük bir ekrana sahipseniz, ilk fotoğrafın üzerinde bulunan ‘1280’ seçeneğini onaylayarak fotoğrafları daha detaylı görebilirsiniz.

 

t23_RTR2T62Kt35_RTR2T5WTt16_RTR2T5LH t04_23018471t01_RTR2T5W0 t07_24038809

 

  Bağlantılar:

- In Focus

.

30 Eylül, 2011

"Türkiye Mezbahalarının Zulmü"


  Gün Zileli’nin sitesinde rast geldiğim ‘Türkiye Mezbahalarının Zulmü’  başlıklı videoyu paylaşan hareketin (Zulmü Görüntüle) varlığından ve bir senedir sitelerinin aktif olduğundan yine bu site vasıtasıyla haberdar oldum.

  Daha önce bahsettiğim Earthlings yahut bahsetmediğim Food, Inc. gibi filmleri izlerken duyduğum huzursuzluk ve öfkenin daha çoğunu -sitenin içerdiği videoların içeriklerinin Türkiye kaynaklı olması sebebiyle- bu sitedeki videoları izlerken duyduğumu söylemeliyim.

  “Bu video, biraz “izlenebilecek” olarak değerlendirilip kırpılan diğer görüntülerden geriye kalan çekimlerden oluşmaktadır.” ibaresiyle paylaşılmış olan kısa kaydı aşağıda izleyebilirsiniz.

 

 

   Bağlantılar:

- Videonun Youtube Sayfası

- Zulmü Görüntüle

.

28 Eylül, 2011

On Üç Yaşında Bir Kadınla Yatan Ünlü Yönetmen Polanski, Yaşam Boyu Başarı Ödülünü İki Yıl Gecikmeli Olarak Alabildi


  “Ev hapsi cezasını 1 yıl önce tamamlayan 78 yaşındaki Polanski, Zürih Film Festivali'nde, ''Dostlar, ne diyebilirim. Geç olsun da güç olmasın'' diyerek kendisini alkışlayan davetlileri güldürdü. Polanski, İsviçre'de bulunmaktan dolayı duygulandığını belirtti.

  Polanski, Zürih Film Festivali'nde, Bern Kantonu Gstaad köyündeki Alp dağ evinde geçirdiği elektronik bilezikli ev hapsi günlerini işleyen yeni filmi ''Film Anısı''nın gösterimini yaptı.”


  Anadolu Ajansı’nın yukarıdaki cümleleri de içeren, –kim bilir neden- isnat edilen suçtan bahsetmediği haberinde; “Polanski'nin Zürih'e gelişi, 2009'da bu kentin havalimanında ABD'nin 33 yıldır süren tutuklama müzekkeresi yüzünden tutuklanması bakımından büyük önem taşıyor“ cümleleriyle geçiştirilen ve Roman Polanski’yi ülkeden ülkeye kaçırtan hali kısaca özetleyeyim.

 

  Roman Polanski, 1977 yılında (41 yaşındayken) Los Angeles’ta, oyuncu Jack Nicholson’ın evinde bir fotoğraf çekimine konu ettiği 13 yaşındaki bir kadın ile çekim sonrasında cinsel ilişkiye girmiştir. Samantha Geimer isimli bu kadın mahkemede, fotoğraf çekimi esnasında çıplak olduğunu söylemiş, Polanski’nin tavırlarında bir garipliğin olduğunu anladığını ve istememesine rağmen ikinci çekimin de gerçekleştirilmesinden sonra Polanski’nin kendisiyle ilaç (uyuşturucu) vererek ilişkiye girdiğini belirtmiştir.

  Aynı yıl ortaya çıkan bu olay dolayısıyla suçlandığında, cinsel birleşme iddiasını mahkemede doğrulayan Polanski, Geimer’in avukatının da isteğiyle kefaret (Plea Bargain) karşılığında, isnat edilen altı suçtan beşinden beraat ederken, yalnızca küçüklerle cinsel ilişki suçundan (Statutory Rape, Türkiye’de: Reşit Olmayanla Cinsel İlişki) suçlu bulunarak, serbest bırakılmıştır.

  Buna rağmen, hakimin bir süre sonra fikrini değiştirip hakkında tekrar tutuklama kararı almasıyla 1978 yılında İngiltere’ye kaçan Polanski, İngiltere’nin kendisini sınır dışı edeceği korkusuyla Fransa’ya sığınmış ve burada vatandaşlık hakkı elde etmiştir.

  1988 yılında Geimer, cinsel saldırı ve bilinçli duygusal baskı uygulama suçlarıyla Polanski’yi dava etmiş fakat taraflar 1993 yılında tekrar anlaşmışlardır.

  ABD’de hakkında yakalama kararı (hala devam etmektedir) bulunmasından dolayı Polanski bir daha bu ülkeye dönmemiştir. Polanski’nin avukatları 2008 yılında, Amerikan mahkemesine hakkındaki davanın düşmesi için başvurmuş fakat başvuruları reddedilmiştir.

  2009 yılında Zürih Film Festivali’nin kendisine verdiği yaşam boyu başarı ödülü için İsviçre’ye giden Polanski, bu ülkede (ABD’nin de baskısıyla) tutuklanmıştır. Polanski iki ay cezaevinde kaldıktan sonra ev hapsine alınmış, bu esnada da İsviçre Polanski’yi Birleşik Devletler’e vermeyi reddetmiştir.

  Olaydan seneler sonra Geimer, Polanski’nin hatasını anladığını düşündüğünü, artık serbest bırakılması gerektiğini söylemiş; medyanın, mahkemelerin ve yargıçların -kendisine yaşadığı mutlu hayata rağmen- konunun tekrar tekrar gözününe getirilerek Polanski’den daha fazla zarar verdiğini belirtmiştir.

  Ayrıca aralarında Woody Allen, Pedro Almodovar, Alejandro Gonzalez Inarritu, Wim Wenders ve Martin Scorsese gibi yönetmenlerin ve oyuncuların da bulunduğu 100 kişi, 2009 yılında Polanski’nin serbest bırakılması için imza kampanyası düzenlemiştir.

  Polanski, serbest bırakılmasının üzerinden yaklaşık bir yıl sonra 28 Eylül 2011 günü yani bugün, iki yıl önce alamadığı yaşam boyu başarı ödülünü yine Zürih’te, alkışlarla almıştır.

 

.

22 Eylül, 2011

Hayatımın En Güzel Gecelerinden Biri(nin Sonu)


  Sanıyorum sabah saat üçü geçiyor. Doksan sekiz senesi olmalı. O dönem her gece olduğu gibi, bir şeyler okuduktan sonra birkaç saat uyuyamamanın getirdiği boş vakitteki sıkılgan halimi, televizyon izleyerek gidermeye çalışıyorum. Kanal D’de Kaygısızlar’ın tekrar bölümünü mü izliyordum, hatırlamıyorum. Bir ara sıkıntıdan kanalları hızlıca değiştirmeye başlıyorum. Yirmi otuz saniye sonra sarı logolu bir kanala denk geliyorum, ismi ViVA.

  Sahnede kel bir adam var. Kulağındaki kulaklık kıvrılarak yeşil kazağından içeriye giriyor.  Elli-yüz kişilik bir salonda ve ışıl ışıl bir sahnede, parlak ve makyajlı gözleriyle seyirciye bakarak şarkı söyleyen güzel ve etkileyici bir adam. Hayran kalıyorum. Parıldayan, kıvılcımlar saçan bir şeyler okuduğumda, dinlediğimde ya da gördüğümde olduğu gibi gözlerim açılıyor yine, dikkat kesiliyorum.

  Kel adamın arka tarafındaki müzisyen grubu beş kişiden oluşuyor. Şarkıcının karşısındaki kamera yayını ele aldığında, arka tarafta, ışığın altında duran ve kel adam kadar net gözüken bir davulcu var. Gruptaki asıl dikkat çeken adam uzun saçlı gitarist. Grubun diğer üyelerine göre daha baskın bir görüntüsü var, biraz da yaşlı gözüküyor. İzleyiciye göre solda, sarı bas gitarıyla şarkılara eşlik eden, bazen de vokallik görevini icra eden, sarışın ve gözlüklü bir adam.  Gruptaki diğer iki kişi dikkatimi çekmiyor. Sahnedeki her şeyi dikkatlice incelerken bir alt yazı geçiyor: Daysleeper

  Kel adam, Daysleeper’ı okuduktan sonra “please welcome, P…(?) Smith” şeklinde bir anons yapıyor ve seyirci çılgınca alkışlamaya başlıyor. Gelen kişinin de ünlü biri olduğunu anlıyorum. Biraz sonra sahneye uzun eteği ve başındaki siyah beresiyle, kabarık saçlı, zayıf, büyük burunlu, avurtları çökmüş bir kadın geliyor.

  Kel adam ve zayıf kadın yanyana duruyorlar. Kel adam şarkıya başlıyor. Manifesto okur gibi içten söyleme başlıyor şarkısını. Tüm sözleri anlayamıyorum ya, anladığım kadarıyla şoke oluyorum. Sıra nakarat bölümüne geldiğinde zayıf kadın ‘I'll take you over, there’ dizesini birkaç kez tekrar ediyor. Sonra tekrar sözler, tekrar nakarat. Bir süre sonra beraber söyleme başlıyorlar farklı sözleri:

  “Tastes like fear, pulls us near”  - “There baby, there”

  Daha önce böyle bir şey işitmediğimi yahut izlemediğimi anlıyorum. Oturduğum yerde doğruluyorum. Her heyecanlandığımda olduğu gibi, ellerimin içinin çokça terlediğini fark ediyorum.

  Zayıf kadın beresini çıkarıp, ‘there baby, there’ diyerek büyük bir coşkuyla şarkıyı bitiriyor. Daha sonra kel adama gülerek bakıyor. Seyircilerin alkışları arasında kel adam zayıf kadının kulağına bir şeyler söylüyor ve zayıf kadını “Paty-Patty-Patti (?) Smith” diyerek uğurluyor.

  Konserin bir yerinde kel adam eline bir albüm alıyor ve yeni albümleri olduğunu belirterek mavi bir kapağı olan UP isimli albümlerini tanıtıyor. O an, grubun isminin R.E.M. olduğunu ve aslında onların bir şarkısını zaten bildiğimi (malum şarkı) öğreniyorum.

  Konserin geri kalanını da hayranlıkla dinledikten sonra koşarak bilgisayarda Netscape Navigator’ı açıp R.E.M.’in ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Birkaç şey okuduktan sonra alacağım ikinci albümün hangisi olacağına da karar veriyorum; Automatic for the People.

  Bu iki albüm, daha sonra satın alacağım ona yakın R.E.M. albüme dayanak oluşturuyor.

  Ertesi gün aynı kanalı, aynı saatte tekrar açıyorum ve fakat bu kez Bryan Adams konseriyle karşılaşıyorum; bir sonraki gece ise The Corrs konseriyle. Birkaç gün sonra, aynı konser kayıtlarının bu kanalda sürekli döndüğünü fark ediyorum. R.E.M.’in o konserini ise denk geldiğim her vakit, onlarca kez izlediğimi hatırlıyorum.

 

  Dün, R.E.M.’in dağıldığını öğrendim. Haberi okuduğum an, tüm dinlemelerim boyunca, hangi an neyi hissettiğimin, grubun bana hangi ruh hallerimde eşlik ettiğinin ve bir sürü R.E.M. kaseti ve CD’siyle büyüdüğümün farkına vardım.

  Bir şeye anlam yüklediğinizde, o şeyin sonunun gelmesiyle sizin de bir yönden sonunuzun geldiğini anlıyorsunuz. Fakat bunun kötü bir şey olduğunu düşünmeyin. Ölene kadar sizin olacağını bildiğiniz ve buna emin olduğunuz bir şeyin anlamını kısa sürede yitirirsiniz.

  Anlamını yitirmemek için kendisini yitirmelisiniz, hiçbir zaman unutmamak ve anlamlı kılmak için.

  Yine de çok mutsuz olduğumu söylemeli miyim?

 

            Zayıf Kadın ile Kel Adamın şarkısı: E-Bow the Letter

 

   Bağlantılar:

- Şarkının Sözleri

- Açıklama – REMHQ

.

19 Eylül, 2011

Göllerde Bu Dem Bir Kamış Olsam (Gülüşmeler)


Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz iri güller,
Güller ki kamıştan daha nâlân,
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân,
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?..

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam,

Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

 
  Ahmet Haşim’in içkilerinden bahsetmişken, şairin Bir Günün Sonunda Arzu adlı şiirinden bir dizeyi es geçmemek gerekir. 1921 yılında yayımlanan şiirin ilk halinin son iki mısrası, Akşam, yine akşam, yine akşam, / Göllerde bu dem bir kamış olsam şeklindedir.

  Bu dizeler daha sonra çokça kişi için alay mevzusu haline gelmiş, Orhan Veli, Haşim’e atfederek:

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam.
                   (Eskiler Alıyorum adlı şiiri)

 

   Can Yücel ise,

Akşam yine akşam yine akşam 
Göllerde bu dem kılkamış olsam.

  demiştir.

  Orhan Veli’nin Ahmet Haşim’le olan derdinden daha sonra bahsedeceğim fakat kamış konusunda -Garip’lerin en önemlisi olan- Orhan Veli’nin amacının, Haşim ve onun şiiriyle (belki de Fecr-i Atî ile) alay etmek olduğu açıkken, Can Yücel’inki ise yalnızca sataşmak olabilir.

.

12 Eylül, 2011

Thought of You


 

merit_b siff-official-select-only_smalld indiefest003b festival-winner-laurel-copy sene-2011-laurels-copy

 

   Bağlantılar:

- Ryan Woodward

.

07 Eylül, 2011

Birkaç Sene Sonra New York (1881)

 

                                                        -Birkaç sene sonra New York- (1881)

 

  Karikatürist Thomas Nast’ın yukarıdaki çizimi 1881 yılında Harper’s Weekly dergisinde yayımlandığında, New York’taki en yüksek bina 85 metrelik boyuyla Trinity Kilisesi’ydi (solda).

  Çizer –muhtemelen- mübalağa ederek, birkaç sene içinde Manhattan, New York’un böyle bir hal alabileceğini mizah konusu edinmişti.

  2001 yılında yıkılana kadar, 417 metrelik boyuyla Dünya Ticaret Merkezi binalarını da bünyesinde barındıran New York’un şu anki görünümü ise, Nast’ın hayal gücünün çok ötesinde olsa gerek.

 

   Bağlantılar:

- New York’un En Yüksek Binaları (Kronolojik)

- Kaynak - Predictions: Pictorial predictions from the past

.

06 Eylül, 2011

İçkiler


  Bu yazıda, ‘akşamcı şair’ diye diye Ahmet Haşim’i bir nesle, akşamdan sabaha kafayı çekip kafası bulutlu olarak şiir yazan bir adam zannettiren edebiyat öğretmenlerini bir kenara bırakalım ve Haşim’in İkdam gazetesinde yayımlanan -ve bu sefer sahiden kafayı çekmekle ilgisi olan- İçkiler adlı yazısını paylaşayım.

  İkdam, Haşim’in harikulade yazılarının da yayımlandığı ve Haşim’in buradaki yazılarından toplama yapılarak yayımlanan Bize Göre adlı kitabının çıkmasına vesile olan gazetedir. Şairin Bize Göre adlı kitabında da bulunan Fransız kadınıyla ilgili güzel tespitlerini Fransız Kadını isimli bir gönderinin kaynağı olarak kullanmıştım.

  Aşağıda okuyacağınız İçkiler adlı yazı ise, yine bu sitede yayımlanan bir diyalog ile ortak bir noktaya sahiptir ki bu ortaklık, iki yazının da Erdal Alova’nın İçki ve Edebiyat Alemi adlı kitabında bulunmasındır. Bir sabah vakti gönderdiğim, Orhan Veli’yle başlığı altında bulunan bu diyalogdan üç sene sonra yeniden bir sabah vakti elime geçen İçki ve Edebiyat Alemi’nden bu kez paylaşacağım yazı, Ahmet Haşim’in bahsettiğim, İkdam gazetesinde yayımlanan İçkiler adlı kısa yazısıdır.


   İÇKİLER

  Gerçi bütün sarhoşluk veren içkiler alkolden yapılır. Bu itibarla hepsi de birbirinden farksızdır, fakat bana öyle geliyor ki, bunların uzviyet üzerinde tesirleri başka başkadır. Sanki hepsinin ayrı birer maneviyatı ve ayrı birer çehresi var.

  Böyle bir farkın mevcut olabileceği fikrini bana veren rakı sofralarının halidir.

  Sanki rakı, mideye girince, orada makul iştihalar yerine birtakım delice arzular uyandırıyor.

  Rakı, kadehler içinde bulanık rengini göstermeye başlar başlamaz, masa etrafındakilerin ağzı birden, soğan, sarmısak, turp, pastırma, turşu, tuzl balık ve buna benzer şeyler çiğnemek arzusuyla salyalanmaya başlar.

  Bir rakı sofrasında iştihayı uyandıran etler hangileridir? Hayvan leşinin hep yenilmemesi, atılması lazım gelen kısımları, işkembe, bağırsak, ciğer vesaire. Böyle zarafetsiz bir oburluk uyandıran yalnız rakıdır.

  Şarabın arkadaşları meyvelerdir.

  Viski, olsa olsa ancak tuzlu bademle içilebilir.

  Hatta yemekten evvel veya yemekten sonra alınan birçok içkiler insanda maddiyatı hasfeder gibi içmek arzusundan başka her türlü mide arzularının ağzını kapatır.

  İçkiler içinde aksülamelleri bedii manada hiç güzel olmayan rakı olsa gerek.

(İkdam, 2 Kasım 1926)


   Bağlantılar:

- Orhan Veli'yle

- Fransız Kadını

.

02 Eylül, 2011

Rubato Üstadı Bir Tanrı - Vladimir Sofronitski


  Ingmar Bergman gibi, sanatına tanık olduğumuz en büyük sanatçılardan birinin, hakkında:

  “hayatım boyunca kapılarını çaldığım hayal odalarında bütün doğallığıyla dolaştı” dediği adamın kim olduğunu bilmezseniz,

  “Sanat bir yakarıştır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entelektüel analiz olabilirler. Picasso'nun tüm eserleri bu entelektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.”

  yukarıdaki cümlelere de kıçınızla gülüp geçebilirsiniz.

  Sanatçıların birbirleri hakkındaki yağ çekmelerini sıklıkla duymuşsunuzdur, tarih kitapları da bunları çokça kaydetmiştir. Bunların yağ çekmekten ibaret mi yoksa adilane mi olduğunu anlamanız, laf sahibine yani sanatçıya inanmaktan geçer. Genellikle olumlu yorumlara ve övgülere “doğru söylüyor” diyerek reaksiyon gösterdiğimiz, olumsuzlara ise mesafeli durduğumuz bu tür eleştirilerin sahiplerinden, içlerinde benim de gözüm kapalı inanabileceğim bazılarının olduğu bir gerçektir.

  Bunlardan biri, yukarıdaki cümlelerin sahibi Andrey Tarkovski iken, bir diğeri ise icrasını işittiğim en büyük müzisyen olan Sviatoslav Richter’dir. Sviatoslav Richter’in hakkında “Tanrı” nitelemesini yaptığı, Emil Gilels’in ise, ‘yaşayan en büyük müzisyen öldü’ diyerek hislerini açığa vurduğu bir başka müziysen de vardır ki onun ismi Vladimir Sofronitski’dir.



  Tempo Rubato, İtalyancada ‘Çalınmış Zaman’ anlamına gelir. Müzikteki tempo anlamıyla rubato, ritimdeki özgürlüğü ve anlatım tarzını belirtir. Ölçüden ölçüye geçerken yahut notalar arasında yaşanan bir esnekliğin ifadesidir. Sanatçı eserin bir bölümünü olduğundan daha gevşek ve yavaşça çalarken, burada çaldığı zamanı başka bir ölçüye ekleyebilir. Her incelikte olduğu gibi rubato ustalık ve hissiyat isteyen bir tekniktir. Bu sebepten rubato bu günlerde sıklıkla piyanistlerin saçmalamasına ve kişisel bir şeyler ifade ettiklerini düşünürken komik duruma düşmelerine neden olmaktadır.

  Kulaklarımın duyduğu en büyük rubato üstadı ise yazıya bahis mevzusu olan piyanist Vladimir Sofronitski’dir. Sofronitski, 1901 yılında doğmuş ve 1929 yılındaki Fransa turu hariç Rusya dışında sanatını kitlelere ifade etmediği için batıda çokça tanınmamış, gençlik yıllarında Aleksandr Skriyabin’in kızıyla evlenmiş ve daha sonra kızdan ayrılmasına rağmen Skriyabin etiketinden hiç kurtulamayan ve fakat bu etikette en büyük payın sahibinin yine kendisi olduğu tartışılamaz bir gerçek olan (Scriabin bestelerini yaşamış en büyük üstadı olmuştur) ve 1961 yılında kanser yüzünden ölen, dinlemekten en keyif aldığım piyanistlerden biri, bence yaşamış en büyük birkaç piyanistten biridir.

  Yazının başında ifade ettiğim övgü kaypaklığı ise, bu noktada vurgulanmaktadır. Bu iki kişinin birbirine övgüsü, Sofronitski’nin Sviatoslav Richter’i ‘dahi’ kelimesiyle onore etmesinden sonra Richter’in Sofronitski’ye hitabıyla, ‘Tanrı’, şeklinde olmuştur.

  Richter yahut Sofronitski gibi karanlıktan hoşlanan, konuşmayı sevmeyen, sanatını icra edip gözden kaybolan, yaşadıkları dönemde politize olmamanın imkansız olduğu, bunun yüzünden bir sürü zorluklar çektiklerinin sabit olduğu ama yine de bu meseleler karşısında duygusuzluğa varabilecek bir duruş gösteren ve bunu sanatlarını yüceltmek için, içlerinden geldiği için yapan ve hatta Sofronitski’nin müzik kayıtlarından hoşlanmadığını, çok az kaydı olduğunu ve bunların çoğunun da öğrencilerinin gizlice gerçekleştirdiklerini bildiğimiz bir ortamda, bu adamların birbirlerine övgülerinin lafügüzaf olduğunu iddia etmek, büyük haksızlık olacaktır. Yazının başlığında ‘tanrı’ ifadesini kullanmam, bu yüzdendir.

  Aşağıdaki kayıt, her türlü övgüye mazhar Sofronitski’nin rubatoyu eserin bazı bölümlerinde muhteşem bir şekilde işlediği, Rahmaninov’un ünlü, 2 numaralı prelüdüdür.


 

  Not: RSS okuyucusu kullananlar kaydı dinleyebilmek için siteye girmek mecburiyetindeler.

27 Ağustos, 2011

İngiliz Ölünce


Fr. De.

 

Yeats

Sürdürün türkünüzü: bir yerde doğarken yeni bir ay,
Göreceğiz uyumanın ölmek olmadığını,
Duyarak yeryüzünün yeni bir hava tutturduğunu
Yeryüzü hep delikanlı çünkü

 

 

 

 

 

Pound

Dilim varmıyor, 
Sultanlar.
Ölüm hoyratın biriydi hep.
Dilim varmıyor, Sultanlar.
Ne sebep gösterecek ki
Alıp gitti efendimizi
Böyle kuru bir mevsimde?

 

Shakespeare

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

 

 

 

Blake

Çünkü mutluydum çalılıklar üzerinde,
Ve gülüyordum kışın yağan karlar arasında,
Onlar giydirdi bana ölümün giysisini,
Ve öğrettiler bana kederin ezgileriyle şarkı söylemeyi.

 

 

 

 

 

 

Eliot

Bu ölü ülkedir
Bu kaktüs ülkesidir
Burada taştan putlar
Yükselir, burada onlar kabullenir
Bir ölü elinin yakarışlarını
Solan bir yıldızın pırıltısında.

 

 

 

 

.

07 Ağustos, 2011

Birkaç Açılış


  Bazı filmlerin açılış sahneleri akla kazınır ve bu filmler bahis mevzusu olduğunda kişinin zihninde ilk vurgulanan noktalardan biri bu sahneler olur. Aşağıdaki videolar, bunların benim için geçerli olanlarından bazılarını içerir.


8 ½ – Federico Fellini

 

Andrei Rublev – Andrey Tarkovski

 

Persona – Ingmar Bergman


.

05 Ağustos, 2011

Kubrick'in Anlatımıyla 2001: Bir Uzay Destanı'nın Konusu (İngilizce İçerik)


  The excerpt below (taken from an interview with Stanley Kubrick in 1969) explains the plot of the film, 2001: A Space Odyssey.

 

 Interviewer: The final scenes of the film seemed more metaphorical than realistic. Will you discuss them -- or would that be part of the "road map" you're trying to avoid?

Kubrick: “No, I don't mind discussing it, on the level, that is, straightforward explanation of the plot. You begin with an artifact left on earth four million years ago by extraterrestrial explorers who observed the behavior of the man-apes of the time and decided to influence their evolutionary progression. Then you have a second artifact buried deep on the lunar surface and programmed to signal word of man's first baby steps into the universe -- a kind of cosmic burglar alarm. And finally there's a third artifact placed in orbit around Jupiter and waiting for the time when man has reached the outer rim of his own solar system.

When the surviving astronaut, Bowman, ultimately reaches Jupiter, this artifact sweeps him into a force field or star gate that hurls him on a journey through inner and outer space and finally transports him to another part of the galaxy, where he's placed in a human zoo approximating a hospital terrestrial environment drawn out of his own dreams and imagination. In a timeless state, his life passes from middle age to senescence to death. He is reborn, an enhanced being, a star child, an angel, a superman, if you like, and returns to earth prepared for the next leap forward of man's evolutionary destiny.

  That is what happens on the film's simplest level. Since an encounter with an advanced interstellar intelligence would be incomprehensible within our present earthbound frames of reference, reactions to it will have elements of philosophy and metaphysics that have nothing to do with the bare plot outline itself.”


  Bağlantılar:

- Röportaj

.

03 Ağustos, 2011

Yavaş Yaşlanan Adam


  Elli yıldır yaşıyorum. Yaşamakla iyi mi ediyorum kötü mü, hala bilmiyorum.

  Dostoyevski’nin, Delikanlı’da kurdurttuğu yukarıdaki cümleyle bugün -bir ajandaya tarafımdan not düşülmesinden dokuz yıl sonra- tekrar karşılaştım. Kendime ve çevremdekilere pek belli etmeden otuz yaşına yaklaşmaya başladığımdan, cümleyi soru haline getirip kendime sormamın çok da zor olmadığını tahmin edersiniz.

  Dostoyevski, bu elli yıllık yaşamın iyi ya da kötü bir fikir olmasını ifade ederken, kişinin kendisi için mi yahut etrafındakiler için mi fayda konusu olmasını kastettiğini hatırlamıyorum. Kitabı açıp kontrol etmememin nedeni, evdeki dolapları ve kolileri kurcalayıp kitabı bulma üşengeçliğinden değil, senelerce aldığım tüm notları, her açıp baktığımda o anki yaşımda hatırlamak istediğim gibi kalmasını istememdendir. Her iki durumda da, kendimle ilgili bir yargılama yaptığımda, iyi yaptığım tek şeyin yavaş yaşlanmak olduğunu fark ediyorum. Bunun nedeninin de, genetik bir özellik olduğunu düşünüyorum.

  Altmış yıldır yaşıyor gibiyim. Geride kalan her şeyi hatırlıyorum. Çocukluğumu, el kadarken giydiğim kıyafetleri, yirmi beş yıl önce evimin duvarında asılı olan takvimi, evime her gelen kişinin jestini, boynuna yaklaştığım her kadının kokusunu, her kurulan sofrayı, her defterimi, annemin yaptığı her yemeği, yediğim her bisküviyi ve kokusunu, tanışlarım ile tatilde yediğim her yemeği, insanların benimle her alay ettiklerinde –bazen de farkında olmadığımı düşünerek- yüzlerinin aldığı hali, her beceriksizliğimi, kadınları hayal kırıklığına uğrattığımın ertesinde nasıl acımasız olduğumu, okuduğum her kitabın kapağını, ailemin fakirliğinin ailem üzerinde yarattığı her tatsızlığın hareketlerine yansımasını, aslında; kokusu olan her bir varlığın kokusunu…

  Filme kaydedilmiş gibi hatırlıyorum. Kendim için yapabildiğim tek iyi şeyin bu olduğunu görüyorum. Her gün, her ay her yıl, kenara çekilip neler yaşandığını hatırlıyorum. Hızlıca bir yolda giderken birden yoldan çıkıp neler olup bittiğine bakıyorum. Sahiden, altmış yıldır yaşıyor gibiyim; hayatın ne kadar hızlı ilerlediğini hiç düşünmedim. Doğanın bana verdiği, sahip olduğum tek özelliğin, ailemden gelen bir kalıtım olarak, görüntü ve koku hafızası olduğuna inanıyorum. (Koku hafızasının ne mühim bir şey olduğunu ve bir epilepsili beynin hastasına yaşattığı gibi zihinsel parlamalar yaşattığına bir gün değineceğim.) Sadece bu sebepten bile asıl soruya cevabım, otuz yahut altmış yıldır yaşamanın pek de kötü bir şey olmadığı yönündedir.

  Tam da burada Richard Dawkins’in, Kör Saatçi kitabında bir akışın önünden çekilerek, genleri vasıtasıyla bir olağanüstü durumu oluşturan karıncaları izlemesinden bahsettiği pasajı paylaşacağım. Tekrar ifade edip, yapabildiğim tek şeyin, durup dinlenirken, ne güzel şeylerin olup bittiğini, nelerin akıp gittiğini ve hayatın ne kadar yavaş ilerlediğini ve böylece yazının başında bahsettiğim gibi, yavaş yaşlandığımı ifade ve itiraf etmem gerekir. Başka bir yeteneğim ve vasfım da yoktur.

 

  Sürücü karıncalar ve ordu karıncaları büyük koloniler halinde yaşarlar; karınca sayısı ordu karıncalarında bir milyona, sürücü karıncalarda 20 milyona kadar çıkar. Her ikisinde de göçebe ve durağan evreler (görece istikrarlı ordugahlar) birbirini izler. Bu karıncalar –ya da amip benzeri birimler halinde düşünülmesi gereken kolonileri- acımasız ve kendi ormanlarında ürkünç avcılardır. Yolları üzerindeki hayvanları paramparça ederler. Terör havası estirmekle nam salmışlardır. Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde köylüler büyük bir karınca ordusunun yaklaştığını haber aldıklarında, gelenek olarak, her şeylerini fıçılara doldurur, kilitler ve köylerini boşaltırlar. Ordular, hamamböceklerinin, örümceklerin ve akreplerin tümünü, hatta damlardakileri bile temizleyip gittikten sonra geri dönerler. Çocukluğumda Afrika’dayken sürücü karıncaların beni aslanlar ya da timsahlardan daha çok korkuttuğunu anımsarım. Sociobiology’nin (Sosyobiyoloji) yazarı ve dünyanın en önde gelen karınca otoritesi Edward O. Wilson’un şu sözleri bu korkunç ünü daha iyi anlatacak:

  “Karıncalarla ilgili olarak bana çok sık sorulan tek bir soru var ve yanıtım şu: Hayır, sürücü karıncalar ormanın teröristleri değil. Sürücü karınca kolonisi ağırlığı 20 kilogramı geçen, 20 milyon kadar ağız ve iğneye sahip bir “hayvan”; ve böcekler dünyasının en korkunç yaratığı olmasına karşın, aslında kendisi için anlatılan dehşet öykülerini hak etmez. Bu sürü bir metre yolu ancak ve ancak üç dakikada gidebilir. Değil bir insan ya da bir fil, işini bilen bir çalı faresi bile kenara çekilip, otların köklerindeki bu çılgınlığı rahat rahat seyredebilir. Ürkünçlüğünden çok, tuhaf, insanı hayrete düşüren bir nesne; memelilerinkinden farklı bir evrim öyküsü; yeryüzünde böyle bir öyküyü tasarlamak ne kadar olanaklıysa…”

  Artık bir yetişkin olduğumda, Panama’da, bir kenara çekildim ve Afrikada’yken çok korktuğum o sürücü karıncaların Yeni Dünya’daki karşılıklarının çatırdayan bir nehir gibi yanımdan akıp gitmesini seyrettim. Tuhaf, insanı hayrete düşüren bir şey olduğuna yemin edebilirim. Saatler boyu ordular toprağın ve birbirlerinin üstünden yürüyerek geçtiler ve ben kraliçeyi bekledim. Sonunda geldi; görkemliydi. Vücudunu görmek imkansızdı. Yalnızca çılgın bir işçi dalgası olarak görünüyordu, kolları birbirine geçmiş karıncaların oluşturduğu, kaynayan bir sığamsal bir top. Kraliçe kaynaşan bu topun ortasında bir yerdeydi. Etrafı da tehditkar yüzlerini dışarıya dönmüş, çenelerini sonuna dek açmış, kraliçelerini savunmak üzere öldürmeye ve ölmeye hazır dizi dizi askerlerle sarılmıştı. Dayanamadım: Kraliçeyi ortaya çıkarmak amacıyla –heyhat!- elime uzun bir sopa alarak işçiler topunu dürtükledim. Anında, 20 asker o müthiş kaslı çenelerini sopama gömdü, asla bırakmamak üzere; ve onlarcası yukarı tırmanmaya başladı. Hemen sopayı attım elimden.

  Kraliçeyi bir an olsun göremedim, ama orada, o kaynayan topun içerisindeydi, biliyorum: merkez veri bankası, tüm koloninin DNA hazinesi. Bu askerler, kraliçeleri için ölmeye hazırdılar, analarını çok sevdiklerinden değil, vatanseverlikle dolu olduklarından da değil, yalnızca ve yalnızca çeneleri ve beyinleri kraliçenin tuğrasıyla mühürlenmiş genler tarafından yapıldığı için.

  Orada tuhaflığı duyumsadım, şaşkınlığı yaşadım; duygularım yarım yamalak anımsadığım korkuların canlanmasıyla karıştı. Çocukluğumda, Afrika’da nedenini niyesini bilemediğim gösterinin yaşattığı korku değişmiş, olgun bir anlayışla zenginleşmişti.

.

21 Temmuz, 2011

BELL - Chase No Face


  Gülmekten imtina eden, gülmeyi bilmeyen, ara sıra da anlamsız ve uzun uzun gülmeyen; “hayat ciddi bir müessese, şu an gülemem üzgünüm” diyerek kişiyi mutsuz eden, gideceği yere ana cadde üzerindeki kaldırımdan, kati adımlarla, kalçasını oynatmadan “ödevim, sınavım, işim, çocuğum, ülkem, dinim, itikadım…” diye diye ilerleyen, konuşurken vücudunun kıvrımlarının ayırdına varamadığınız, her an bir belanın onları bulduğunu, mutsuz olmak için bir sürü sebebin olduğunu düşünen, böyle sebeplerin olmaması durumunda da bunları yaratmaktan çekinmeyen, çokça köşeye sıkışınca da tanrıya sığınıp bu –var olmayan- zor günlerin geçeceğini düşünen insanlardan, onlara bir şekilde bağlanmadan önce kurtulabilirsek, ileride bir gün ağzınızdan en içten şekilde, ta ciğerlerinizin en ücra köşesinden gelen bir nefesle çıkacak olan öff’ten kaçınmış oluruz. O öff’ü hafife almayın; kısacık ömrümüzün boşa geçen yıllarının imzasıdır. Artık bunu ne anlayabiliriz, ne de itiraf edebiliriz.

 

 

.

18 Temmuz, 2011

Nazım Hikmet’in bilinmeyenleri #4 – İki Yeni Şiir, Bir Kayıt - Nazım ve Vera (Video)


Kayıt

  Ocak ayında, Yapı Kredi ile İş Bankası Kültür Yayınları ortaklığıyla gün yüzüne çıkarılan; Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Nazım Hikmet’in şiirlerini  (Amerika’dan getirttiği ses kayıt cihazı ile) onun sesinden banda kaydettiği Kendi Sesinden Şiirler’den, henüz yayımlanmadan önce bahsetmiştim.

  Bedri Rahmi’nin arşivinden Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim edilen bazı görüntüler ise, geçen ay televizyonlarda gösterildi. Nazım Hikmet, Vera Tulyakova ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun görüntülendiği kayıtta, Vera’nın ‘Saman Sarısı’ saçlarını ve  Nazım Hikmet’in Bedri Rahmi’ye sarılışı gözüküyor. Görüntülerin, Nazım Hikmet’in ölümünden bir yıl önce, 1962 yılında kaydedildiği biliniyor.

  Ben de, Paris’te kaydedilen ve Nazım Hikmet’in ilk kez renkli görüntülendiği bu kaydın videosunu Anadolu Ajans’ın sitesinden alarak, üzerindeki sesi silip sadece Nazım Hikmet’in kendi sesinden okuduğu Saman Sarısı şiirini ekleyerek, bu kayda televizyon yahut internette rast gelmeyenler ile paylaşmak istedim:

 

 

   Bağlantılar:

- Nazım Hikmet’in bilinmeyenleri #1 - Dört Güvercin

- Nazım Hikmet’in bilinmeyenleri #2 – Sarı Seyfettin

- Nazım Hikmet’in bilinmeyenleri #3 – İki Yeni Şiir, Bir Kayıt

.

15 Temmuz, 2011

Deniz


  Bu hafta sonu, –daha sonra size de bahsedeceğim- yeryüzünün en anlamlı ve mahzun yüzünü görmeden önce çekmiştim aşağıdaki fotoğrafları. Fotoğraf çekmeyi fazlaca sevmem ama Balıkesir’i severim; ben oralıyım.

  

    


   

[Flickr]

.

05 Temmuz, 2011

Nina'nın Yanıtları #3


(…) - (…)

  ERKEK:

Konuşurdum soluğum soluğunda:
     Yürürdüm kucaklayarak
Seni beşiğe konan çocuk gibi;
     Sıkardım pembeye çalan

Beyaz teninin altında mavi ve
     Kanla esrik gövdeni:
Haylaz, ayıp bir dille konuşurdum…
     Vay vay! –Biliyorsun ki…

Özsuyu kokardı ormanlarımız
     Ve güneş incecik bir
Altınla kaplardı onların yeşil,
     Lâl rengi düşlerini.

……………………………………………………

Akşam mı?.. Otlayan bir sürü gibi
     Oyalanarak inen
Beyaz patikayı, keçi yolunu
     Tutacağız yeniden;

Çevremizde yamuk elma ağaçları
     Ve mavi otlarıyla
Bahçeler ki emsalsiz ıtırları
     Yayılar dört bir yana!

Köye döneceğiz güneş batınca
     Kararırken ortalık;
Sonra bir süt kokusu yayılacak
     Akşamın havasına;

Sıcak gübreler usul soluklarla
     Ve fersiz ışınların
Altında ağaran büyük sırtlarla
     Dolu ahırın kokusu

Dört bir yanda, alacakaranlıkta;
     Saltanatlı bir inek
Attığı her fiyakalı adımla
     Salınıp pisleyecek…

---
Söyle tatlım, de bana, gideceğiz
     Değil mi? Ne hoş olacak
El ele, göğüs göğüse, ikimiz…

 

  KIZ:

-Peki, işim n’olacak?

 

                    Arthur Rimbaud
                Türkçesi: Erdoğan Alkan 
           Orijinali:
Les Réparties de Nina


  Bağlantılar:

- Nina’nın Yanıtları #1

- Nina’nın Yanıtları #2

.

30 Haziran, 2011

30 Haziran 2051 - Torununuz Yağmur'la İlgili Tatsız Gelişmeler (Earthlings)


  Earthlings, 2005 yapımı bir film. Bahsetmek için kendimi hazır hissediyorum.

  Aşağıdaki video, Earthlings’in tanıtım filmi. Lütfen videoyu yazıyı okuduktan sonra izleyin. Filmin tamamının indirme ve altyazı (Türkçe) bağlantılarını, bağlantılar kısmında vereceğim. Filmin resmi sayfasından orijinal halini izleyebilirsiniz.





  Yazının sonunda not düşeceğim anekdot, hayvanların işkence edilerek öldürüldüğü bir ülkede kimseyi rahatsız etmeyecektir. Öncelikle alternatif bir kurguyu paylaşmak isterim:

  Alternatif Hikaye

  Benim adım Furkan. Sizinki de Erman, Betül, Özge yahut Oğuz olabilir. Çocuklarınız veya torunlarınız var mı bilmiyorum. Benim çocuğum yok.

  Torunlarınız yoksa bile, ileride Gülşen, Sude, Serdar, Derya, Ali isimli torunlarınız olması muhtemel. Adı Yağmur olsun mu? Ben Yağmur ismini çok severim de.

  Başlıyoruz.

  1980 yılında doğdunuz. Torununuz Yağmur, 2051 yılında yedi yaşına basacak, siz de yetmişinize.

  2051 yılı itibarıyla dünya eskisi gibi değil. Haktan Akdoğan nihai amacına ulaşmış ve ebediyete uğurlanmış durumda. Başka gezegenlerdeki yaşam formlarıyla iletişim çoktan kuruldu. Hayır, yeşil renkli, kısa boylu ve çekik gözlü değiller. Beş metreye yaklaşan boyları var ve bizden daha zekiler. Dünya’da da yaşıyorlar artık. Bir kısmı bizi çok seviyor ancak çoğunlukla görür görmez kaçmak zorundayız onlardan. Bize zarar verme ihtimalleri, bizi sevme ihtimallerinden çok daha yüksek.

  Tek tük evlerin olduğu kırsal bir bölgede yaşıyorsunuz. Büyük bir ailenin en yaşlı üyesisiniz. Mutlusunuz ve Kenan Evren kadar yaşamaya kararlısınız. Hayır bu yüzden utanmamalısınız. Ben de şu an olduğu gibi mutlu olacağım o gün. İyi şeyler olduğu için; açlık, hastalıklar, katliamlar bittiği için değil, sadece nefes aldığım için mutlu olacağım.

  Bahçeli, büyük evinizin balkonunda oturduğunuz bir gün, kızınız ve kocası, Yağmur’u size bırakarak alışveriş yapmak üzere evden ayrılıyorlar. En sevdiğiniz içecek Türk kahvesi fakat kendinize kahve yapacak yaşı çoktan geçtiniz. Artık ayağa kalkmanın size azap verdiği yaşlardasınız. Kızınız, alışverişe gitmeden önce Türk kahvesi yaptı ve size kupada ikram etti. Tesadüf ya, siz de Türk kahvesini büyük kupalarda içmeyi seviyorsunuz benim gibi. Siz belirli bir yaşa gelmiş olup o yaşın gerektirdiği gibi hareket ediyor olabilirsiniz, böyle yapmak da zorundasınız. Ancak kızınızın kocasının elli yaşında ve el şakaları yapan bir embesil olduğunu düşünürsek, evde herkesin yaşının gerektirdiği gibi hareket etmediğini düşünebiliriz. Yine de kızınızın kocasını sevmemenizin nedeni bu değil. Ne mi? Kızınızla evli ya?

  Dört tarafı da bahçelerle çevrili, uzaklara daldığınızda sadece dağların yamaçlarını gördüğünüz bir evin balkonunda kahve keyfi… Önünüzdeki sehpanın üzerinde bir şiir kitabı var. Ezra Pound yazıyor kapağında. Sapsarı bir kapağı var. Gençliğinizde Hürriyet gazetesinin hediye ettiği kitaplar gibi. Hayır hayır; Türk kahvesi içiyorsunuz diye Türkiye Türklerindir sloganı içeren bir gazeteyi okumuş olmak zorunda değilsiniz gençliğinizde. Sadece o gazetenin ismini hatırlıyorsunuz. Kitapları açtığınızda ya orta sayfaları ya da en çok okunan sayfaları açılır ya hemen; siz de kitabı açtığınızda şu dizelerle karşılaşıyorsunuz;

Ağaç ellerime girdi,
Özü kollarıma sızdı,
Büyüdü ağaç göğsümden aşağı
Uzandı kollar gibi dalları benden.

Ağaçlarsın
Yosunsun sen,
Menekşelersin üstünde yel esen,
Bir çocuksun şu kadar,
Ama saçma gelir âleme bunlar.

 

  Hani sevgilinize, evlendiğiniz kişiye hediye etmiştiniz…

  Kişi, –torununu bir kenara koyarsak- kahve ve Ezra Pound kitabından başka ne isteyebilir ki hayattan keyif almak istiyorsa. Sahi Yağmur nerede?

  Evden uzaklaşmış, görüyorsunuz. Ancak eve doğru mu koşuyor o? Olamaz, peşinde de dünyanızı paylaştığınız o beş metrelik canlılardan. Yakaladı yakalayacak! Hani güvenli bir yerde dünya insanlar için vakti zamanında.

  Siz ne olduğunu anlayamadan güzel gözlü, saçı örgülü Yağmur’u bacaklarından yakalayıp ters çeviriyor o yaratıklardan bir tanesi. Elleriniz ayaklarınız boşanıyor. Bağırmak nafile. Tekmeleyerek düşürüyor önce yere onu. Hemen ardından bir tane daha geliyor o canlılardan. Yağmur kalkıp kaçmaya çalıştığı için, yerde bulduğu taşı üstüne atıyor. Torununuz bilincini kaybetmek üzere, can havliyle hareketleniyor. Sopa gibi bir şey bulup ayaklarını kırıyorlar yağmurun. O tarafa doğru koşmaya başlıyorsunuz ama yetişemeyeceksiniz. Ayağa kalkamıyor küçük kızınız. Burnundan kanlar geliyor. Sonra canlı canlı derisini yüzmeye başlıyorlar ve deriyi vücuttan ayırıyorlar. Yaratıklardan biri, canlı yüzdüğü Yağmur’un derisini alıp uzaklaşıyor. Diğeri de derisi olmayan, bilincini kaybetmiş ve ayakları kırık Yağmur’u götürüyor fakat öldürmüyor. Öylece yaşatıyor, ölmesine bile izin vermiyor. Gözden kaybolmadan önce aklınızda kalan son sahne, Yağmur’un saçlarından sürüklenerek götürülmesi oluyor. Derisi yok belki ama saçları var.

  Yapacak bir şey yok, hemen eve gidip kendinizi asın. Bununla yaşayamazsınız.


  Gerçek

  Dört ayaklı, iki gözü, iki kulağı, ağzı, burnu ve kuyruğu olan bir hayvan yaşıyor kendi habitatında. Gözleri o kadar güzel ki, ‘hayvan’ kelimesini ve hayvan türlerinin isimlerini hakaret olarak kullanan toplumlarda bile dikkat çekecek türden.

  Hayvanın eti de öyle lezzetli ki. Derisi kullanılarak yapılan giyeceklere değinmiyorum bile. Ancak hayvan öldükten sonra derisi bir işe yaramıyor, cevval de bir hayvan. Bir avcı grubu (insanlardan oluşuyor) önce sopalarla dövüyor hayvanı. Ayaklarını kırıyorlar fakat hala kıpırdıyor, başına taşla vuruyorlar ardından. Yaklaşsanız ağladığını göreceksiniz. Burnundan kanlar akıyor. Sonra tek ayağından asıp derisini biraz kestikten sonra üzerinden canlı canlı çekiyorlar. Derisini bir adam alıp götürüyor; giyecek olarak kullanılacak.

  Fakat hayvan biraz küçük, etine de dolgun değil. Bir süre daha yaşaması lazım. Ayakları kırık, derisi yüzülmüş, yaşatıyorlar; bir süre sonra kese kağıdının içindeki ekmeğin arasında et parçası olarak bir dükkanda önünüze gelene kadar.


  İçeriğini görmezden gelseydik, Earthlings eski bir film sayılabilirdi. Çekildikten bir-iki sene sonra izlediğim bu film için “mutlaka izleyin” diyemem.  Bunu kimseden isteyemem. Sizden istediğim, gönderinin başındaki tanıtım filmini izlemeniz. Tanıtım filmini izleyin ve daha sonra tüm filmi izleyip izlemeyeceğinize, ne yiyip ne giydiğinizi anlayıp anlamayacağınıza karar verin ve lütfen izlememe nedeniniz, “ya ben dayanamıyorum hiç böyle şeylere”, “bizim memlekette böyle değil ya bu işler, amerika’da böyleymiş hep gerçekten”  ya da “abi böyle filmler çekip başka tüketim alışkanlıkları pazarlamaya çalışıyorlar işte” olmasın.

  Gözleri ve ayakları olan, yaşayan ve yürüyen bir şeye karşı bakış açınızın iki saate değişeceğine inanmıyor musunuz?

  İnanın.


  Bağlantılar:

- Filmin Sayfası

- Filmin Tamamı (.avi uzantılı)

- Filmin Türkçe altyazısı

- Filmin İngilizce altyazılı hali (Google Video)

- Filmin IMDB sayfası

.

22 Haziran, 2011

Tosun Gibi Olmayan Çocuklar, Sınır Tanımayan Doktorlar ve Biafra


  Birkaç dakika önce bir yazı yazmak için bilgisayarımı açtıktan sonra, yazıyı destekleyeceğim birkaç bağlantıdan birinde bahsettiğim ‘olay yerine sonradan gelen bastonlu adam’ın gönderi tarihinin geçen sene bugün –22 Haziran 2010- olduğunu fark ettiğimde şaşırdım.

Bilinçaltı mı devreye giriyor bu sıcak günlerde bilmiyorum. Aslında makul olan, insanın aç bir adamı üşürken aklından çıkarmaması değil midir?

  Afrika için değil.


    Tom Stoddart, yukarıdaki fotoğrafı çektiği Sudan’a Sınır Tanımayan Doktorlar ile gitmişti. Peki Sınır Tanımayan Doktorlar Afrika’ya neden gitti?


  Ülke veya ırk adı kullanarak başkalarını aşağılamak, alay etmek veya korkutmak, yaşadığımız ülkenin insanlarının çoğunluğunun sahip olduğu bir hastalıktır. Hemen herkes, içinde “Rum, Ermeni, Yahudi,” gibi kelimeler geçen cümlelerin direkt olarak aşağılamak için kullanıldığını duymuştur. Bu kelimeleri kullananlar da yakınımızdır çoğu zaman. Bu gibi kelimeleri duyacağınız kişilerin de Nazi subayı psikolojisine sahip olmasına gerek yoktur. Ben bu bildiğimi nerede, kimden ve nasıl öğrendim sorularını kendisine sorma ihtiyacı duymayan çoğunluktan biri olmak yeterlidir. Ermeniler bize doğuda, Rumlar batıda tecavüz etmiştir. Yahudiler ise zaten Yahudi’dir. Çizgi dizi Laff-A-Lympics’deki gerçek kötülerdir onlar. Doğuştan kötülerdir.

  Bu gibi direkt hakaret maksatlı laf ebeliklerinden başka, dolaylı olarak hakaret içeren kelimeler vardır ki bunlardan çoğu Afrika ile ilgilidir. Bunlardan biri Patagonya’dır. Aramızda Patagonya’yı bilen de oraya giden de yoktur. Ancak hepimiz biliriz ki burası Patagonya değildir. Ona göre herkes ayağını denk almalıdır. Muhtemelen Patagonya’nın Muz Cumhuriyeti ile ilgisi vardır.

  Bu gibi dolaylı hakaretlerden bir diğeri de yemeğini bitirmeyen çocuklar için kullanılır. Uzun süre görmediğiniz küçük bir çocuk gözünüze zayıf gözükürse, o çocuk artık Afrikalıdır. “Bu çocuk yemek yemiyor mu Afrikalı çocuklar gibi kalmış iyice” cümlesini duymuş olmanız muhtemel. Bu çocuklardan biri de kardeşimdi. Küçüklüğünde o da bir Afrikalıydı ve yapabileceğimiz, elimizden gelen bir şey de yoktu. (Avuç içlerinin beyaz, ellerinin dışının ise esmer olmasının bu ithamlarda önemli bir etkisinin olduğunu reddedemem.)

  Afrikalı çocuklar vasıtasıyla edilen bu hakaretlerin nedenlerinin en önemlilerinden biri, Biafralı olan bu çocuktur:

 


  Peki bu çocuk kimdir?

  Nijerya, 1960 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazandığında Nijerya’daki önemli topluluklardan biri de İgbolardı. 1965 yılına kadar işleyen hükümetin taraflarından birini oluşturan İgbolar, 1965’deki seçimde hile yapıldığı iddiasıyla darbe yaparak kontrolü ele geçirmeye çalıştılar. Başarısız olan bu darbeye karşı darbe düzenleyen ülkedeki diğer bazı gruplar, İgboları katletmeye başladılar.

  Dünyanın geri kalanı için bu kavganın önemi ise bölgedeki petrol kaynakları ve kontratlarıydı. (Şaşırmadınız değil mi.) Fransa ve Portekiz gibi ülkeler, Nijerya’nın bölünmesinden karlı çıkabileceklerini düşünürken, İngiltere ise, petrol anlaşmaları nedeniyle tam tersini düşünüyordu.

  1967 yılında, bağımsızlığını ilan ederek Biafra Cumhuriyetini kurduklarını ilan eden İgbolar, insanlık tarihinin en büyük kıyımlarından biriyle karşılaşabileceklerinin farkındalar mıydı, emin değilim. Dünyanın geri kalanından gerekli desteği alan Nijerya hükümeti birkaç kez püskürtüldükten sonra Biafra’yı kontrolü altına aldı ve ülke kuşatma altında uzun süre yaşamak zorunda kaldı. İşte bu dönemde, bir milyondan fazla kişi açlık ve hastalıktan öldü. Yukarıdaki anı ölümsüzleştiren savaş fotoğrafçısı Don McCullin, “bir kampta yaşayan 900 çocuğun , sefalet içinde ölümü bekleyen görüntüsüyle yıkıldım” demiş ve eklemiştir: “Savaşan askerleri fotoğraflamaya olan tüm ilgimi kaybettim.”

  ‘Afrikalı çocuklar gibi’ tabirindeki başrol oyuncusu yukarıdaki çocuktur.



  Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü (MSF - Médecins Sans Frontières) ise, ABD, Rusya ve dünyanın çoğunluğunun birlikte katlettiği milyonların, açlıktan acı çekip yerlerde sürünerek ölen yüzbinlerce çocuğun katlediliği yerde, küçük bir grup Fransız tıp doktoru tarafından kurulmuş ve hala açlık, sefalet ve hastalığın sürdüğü coğrafyalarda insanlığa hizmet etmektedir.

  Geçen sene bugün paylaştığım yazımdaki temennimi yenileyerek, yazımı bitirmek istiyorum. Şu an Türkiye’de saat 15:00. Öğle yemeğinizi ya yediniz, ya da benim gibi yiyeceksiniz.

  Şimdi gözlerinizi kapatarak, bu yazıdaki fotoğraflardaki gibi karnı şişkin bir çocuğun, bir köşede kıvranarak, acı çekerek öldüğünü düşünün.

  Eğer gözlerinizi açtıysanız, şimdi de on binlercesini üst üste, yanyana, bir alanda açlıktan kıvranarak ölürken düşünün.

  Hepimize afiyet olsun.


  Bağlantılar:

- Sınır Tanımayan Doktorlar – Tumblr

- Olay Yerine Sonradan Gelen Bastonlu Adam

- Ölüm Kuyuları ve Tek Taş Yüzük

- Omayra Sanchez

.

17 Haziran, 2011

Alman Ölünce


Fr.


Bachmann

Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde.

 

 

Brecht


Beni sevindirdiğinde
Bazen düşünürüm:
Şimdi ölüversem
Mutlu kalırım
Sonsuza kadar (…)

 

 

 

Rilke

Şimdi dünyada nerede biri yürüyorsa
Sebepsiz, dünyada, yürüyorsa
Bana gidiyor.

Şimdi dünyada nerede biri ölüyorsa
Sebepsiz, dünyada, ölüyorsa
Bana bakıyor.

 

 

Goethe

Nedir ayıran
Tanrıyı kişiden?
Sayısız dalgalar,
Durmadan değişen,
Ölümsüz bir akış:
Bir dalga kaldırır,
Bir dalga yok eder
Ve bizi batırır.

 

Nietzsche

Neden inanayım ki?
Bir gün öleceğime,
Kekre ölümü öpeceğime.
Mezara mı düşeyim,
Bir daha içmeyeyim miY
aşamın nazenin köpüğünü?

 

 

  Bağlantılar:

- Fransız Ölünce

.

11 Haziran, 2011

Hürriyet, 1980 Ansiklopedik Yıllığı #4 - Merhaba 21. Yüzyıl #1


Hrriyet[2][6]Kronolojik yurt ve dünya olayları, geçen yılın içte ve dışta en önemli 10 olayı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlarının ve başbakanlarının biyografileri, geçen yılın sanat olayları, son 10 yılda dünyadaki en önemli gelişmeler, sağlık bilgileri, dünyadaki dinler, 21. yüzyıl dünyası, enerji, ekonomik ve dünya hareketlerinin incelenmesi ve tarihi, coğrafi konuları içeren binlerce bilgi…

Fiyatı: 100 LİRA


 

  Hürriyet 1980 almanağından yaptığım alıntıların (1, 2, 3) belki son, belki de sondan bir önceki ve en eğlencelisi: 2000 yılların başında bizleri neler bekliyor.

  Bu ilk bölümde var olan, 1980 yılı itibarıyla 21. yüzyılda bizi nasıl bir dünyanın beklediğiyle ilgili başlıkları özetlemek gerekirse:

  • Biyonik revizyonlar, suni kan, biyonik insanlar ve uzuv bankaları
  • Biyonik insan olmak için gerekenler
  • Kavanoz bebekleri, adım başı Muhammed Ali, John Travolta ve Arthur Rubinstein
  • Kanserin sonu
  • Torununun torununu göremeyecek olanlar için çözüm yolları, 100 yaşına kadar yaşamanın sıradanlığı
  • Evdeki hizmetçiniz Robot A’nın sofraya konsantre çorba ya da 2 aylık tavuğu getirmesi
  • Yosunları hor gören gören karakter yoksunlarına tokat gibi cevap ve ev kadınlarının yosun tutkusu

  Aşağıdaki satırların tümü -not kısmı hariç-, bahsi geçen almanaktan alınmıştır.

 

MERHABA 21. YÜZYIL

 

Hürriyet Gazetesi 1980 Ansiklopedik Yıllığı


  İşte 2000 yılında orta halli bir ailede karı-koca kavgası:

5 yıldar Prenses Croline yüzüyle dolaşıyorum. Vallahi bütün komşular alay ediyor. Çoktan modası geçti bu yüzün. Hoş ben rezil olmuşum, demode demişler, senin umurunda mı?”

-“Hanım elimiz bollanınca yine yüzünü değiştirirsin. Bak çocukların okul taksidi var bu ay…”

-“Kim dedi onları ay’da okut diye. Yol masrafının altından bile zor kalkıyoruz. Hadi güzellikten geçtim, bari gidip şu kalbimi yeniletelim. İkide bir aksamaya başladı. Bir gün tak diye duruverirse, iki çocukla bir başına kalırsın. Yine dua et, başka kadınlar gibi kalbim ille debiyonik olsun demiyorum. Normal bir nakil yaptırsak yeter.”

  Ve karı-koca kalkıp uzuv bankasına gidiyorlar.

  Evet, 2000 yılı ve sonrasında sağlık dünyasında yeni alışkanlıklar var. Ama önce 21. yüzyıl insanının hiçbir rötüş yapılmamış görünümüne göz atalım: Sağ kolu sol kolundan uzun, gözleri büyümüş küçük ayaklı, eklemleri zor hareket eden koşmayı unutmuş bir nesil. Nakillere, estetik ve biyonik revizyona girmediği takdirde “insan”ın görünümü böyle olacak.

  Ama dileyen için bionik kol ve süper gözden güçlendirilmiş beyinlere kadar her tür imkan hazır bulunacak.

  Böbrek yetersizliği mi çekiyorsunuz? Hemen uzuv bankasına koşup eskisini yenisiyle değiştirebileceksiniz. Paranız bol ise hiç bozulmayan bir metalden yapılan ve vücuda kolaylıkla uyum sağlayabilen otomatik suni böbreği hiçbir rahatsızlık hissetmeden kullanabilecek, ağrılara paydos diyeceksiniz. Suni kanla birlikte hiç tıkanmayan yapay damarlar ömrünüzü uzatırken, bir de bakacaksınız sağınız solunuz biyonik insanlarla doluvermiş…

 

SİZ DE BİYONİK ADAM OLABİLİRSİNİZ

  Lee Majors ve Lindsay Wagner ile Linda Carter biyonik adam ve kadının rücizelerini şimdilik yalnızca ekran ve beyazperdede sergiliyorlar ama önümüzdeki çeyrek asır içinde insan uzuvlarının elektronik ve mekanik yedek parçalarla değiştirilmesi, kurgu bilim olmaktan çıkacak. Bilgisayarlı minik TV kameralı gözleri, bilgisayar denetiminde hareket eden kol ve bacakları, ses ve mıknatıs komutlarıyla faaliyete geçen adeleleriyle kelimelere dönüştürüp, konuşmasını bile becerecek. Gerçek şu ki, “anadan doğma insan”ın yerini “sonradan alma” bir nesle bırakacağı günler pek uzak değil.

 

TÜP BEBEK SONRA KOPYA BEBEK VE KAVANOZ BEBEĞİ

  1978 yılının harikası tüp bebek Louise Brown 2000 yılında 22 yaşında güzel bir genç kız olarak dünyanın ilk tüp bebeği ünvanını korurken, bu yöntem artık fallop borusu tıkalı anneler için çocuk sahibi olmayı mümkün kılacak basit bir buluş olarak yaygın biçimde kullanılacak. Hatta doğum yapması mümkün olmayan kadınlar bile, tüptü döllenip rahim şartlarının aynen yaratıldığı bir kavanozda gözlerini dünyaya açan yavrular sayesinde analık zevkini tadabilecekler.


Not: Bahis mevzusu kadının doğduğu dönemden bir gazete kupürü ve Louise Brown’ın 2003 yılında BBC’de yayımlanan haberi ve fotoğrafı:

        louise_brown   _39327017_babies_pa_203


  Günümüzde yeni gelişmeye başlayan genetik mühendisliğinin şimdiden çalışma kapsamına aldığı, “Kopya insan” üretimi deneyleri sonunda ise, ahlaki değerlerin ve yasaların izin vermesi koşulu ile arzulanan kimseden alınan tek bir hücre ile o kişinin bir kopyasını yaratmak mümkün olacak.

  Örneğin bir Muhammed Ali, bir Arthur Rubinstein bir John Travolta yaratmak için bu ünlülerden tek bir hücrenin alınması yeterli. Ancak adım başı Muhammed Ali ve Travolta ile dolu bir dünyada, onlara özgü ustalık ve becerinin ne derece kıymetini koruyacağı da meçhul tabii.


VE KANSERE AÇILAN SAVAŞ KAZANILIYOR

  Günümüzün gözü dönmüş canavarı kansere gelince, bu kabusun 21. asır insanı için geçmişte kalan bir hastalık olacağını şimdiden müjdeleyebiliriz. Karbonhidratlar, nikel, çinko, kobalt, madeni yağlar, nikotin, plastik maddeler ve deterjanların, gerek plastiğe can veren petrolün azalması veya tükenmesi gibi zorunlu nedenlerle, gerekse sağlık önlemi olarak insan yaşamından silinmesi, kanserin kimyasal nedenlerini hemen tümüyle ortadan kaldıracak. Hava kirliliği sorunu ise yeni arıtma ve filtre sistemleri, ayrıca yakıt değişikliği nedeniyle, kanseri davet eden bir etken olmaktan çıkacak.

Kan kanseri ve yumurtalık kanserleriyle ilişkili olduğu öne sürülen röntgen ışınları ise yeni teşhis sistemlerinin uygulamaya girişiyleunutulurken, suni doku naklinin gerçekleştirilmesi, hastalıklı dokuların tedavisinde yaygın kullanılır bir yöntem olacak.


  AH ÖMRÜM OLSA DA TORUNUMUN TORUNUNU GÖRSEM

  Üzülmeyin göreceksiniz 21. asırda 100 yaşına kadar yaşamak bir temenni, bir umut olmaktan çıkıp sıradan bir nitelik kazanacak. Hatta Californiya Üniversitesi’nden Dr. Alan French’in araştırmaları sonunda vücudu dondurma yoluyla ömrün ortalama üç kat uzatılabileceği şimdiden ortaya çıktı. Bugün 100 kişinin başvurmasına rağmen yasal nedenlerden dolayı buluşunu insanlarda deneyemeyen Dr. French kimbilir belki de 2000 yılında büyük bir öncü olarak adından söz ettirecek.


  EVİNİZİ ROBOTLAR ÇEKİP ÇEVİRECEK

  “22 yılda ne olabilir ki?” demeyin. Belki de farkında olmadan 2000 yılının yaşamını tanımaya başladınız bile. Çok değil kısa bir süre önce Amerikalılar, robot hizmetçilerin gelecek yıl piyasaya sürüleceğini açıkladılar. Düşünün bir kere oturduğunuz zaman vücudunuzun şeklini alan yumuşacık koltuğunuza kurulup, mutfakla haberleşmeyi sağlayan düğmeye basıyorsunuz ve sesleniyorsunuz: “Sade kahve getir” ve sudan ucuza aldığınız iki yıl garantili robot A, üstünde dumanı tüten sade kahveyle ağır ağır yanınıza yaklaşıyor, Acıktınız mı? Yine basın düğmeye Robot A artık her evde geniş çapta kullanılır olan derin soğutucadan çıkardığı 2 aylık bir tavuğu elektronik mikro dalga fırına atıverecek veya konsantre domates çorbası tenekesinden aldığı birkaç damla sıvı ile size doyumsuz bir çorba hazırlayacak.


  YOSUNLARI HOR GÖRMEYİN

  Aslında artan nüfus ve yoğun kentleşme sorunu içinde insanoğlunun ne süre taze besin sebze, meyve yiyebileceği merak konusu tabii. Aşı, besleyici vitamin ve gübreleme ile verimin artırılmasına karşılık, ekim yapılan alanların azalacağı gerçeği, 21. yüzyıl insanını bir kile elmaya iki bin lira ödeme zorunda bırakabilir. Yiyecekten söz etmişken, Okyanusların el değmemiş sayabileceğimiz besin kaynağı yosunları unutmamak gerek. Bugün bazı uzak doğu ülkelerinde yenen yosunun 2000 yılının ev kadınında pek rağbet edeceği bir yemek malzemesi olacağı şüphesiz.

  21. asrın ziyafet sofralarında yosun püresi, yosun salatası, soslu yosun haşlaması belki de şık kutularda sunulan protein peltelerinden vitamin haplarından çok daha leziz olacak.


  Bağlantılar:

- Hürriyet Ansiklopedik Yıllığı: #1  #2  #3

.

28 Şubat, 2011

Benjamin Zander'dan Müzik ve Tutku Üzerine (Richter'in Tutkularına Hazırlık)


  Son olarak bahsettiğimde, daha önce de Lenin vasıtasıyla bahsettiğimi söylemiştim. Evet daha önce bahsetmiştim; benim için tutku nedir, kadın erkeği nasıl sevmelidir, varlığı duyularla algılanabilenlere ve hayata nasıl bağlanılmadır… Tutku Appassionata’dır, tabii Sviatoslav Richter icra ederse.

  Bir sonraki müzik gönderisinde Richter’in Appassionata üzerine görüşlerini içeren çok değerli bir yazıyı Türkçeye çevireceğim. Aslında direkt olarak bu çeviriyi paylaşacaktım ancak orkestra şefi Benjamin Zander’ın  2008 yılında TED için kaydedilen aşağıdaki konuşmasını ve Zander’ın ‘tutku, tutkulu olmak’ hissiyatının Appassionata ile olan bağının benzer bir halini, konuşmasının bir bölümünde Chopin üzerinden basitçe aktardığını hatırladım, doğrusu unutmamışım. Konuşmanın başlığının tutku tabirini içermesi ise bu bağlantı için tamamıyla bir tesadüften ibaret. Çünkü benim kurduğum ilişki, klasik müziği konu edinen bu harikulade konuşmanın genelinden ziyade, bahsettiğim bölümünden ortaya çıkıyor.

  Zander bir Yahudi. Bu yüzden hissiyatlı bir konuşma eninde sonunda II. Dünya Savaşı ve toplama kamplarına uğruyor. Yine de belirttiğim gibi, bu gönderi okuyuculardan bazıları için “ne güzel bir konuşma” minvalinde algılanacak olsa da, bu satırları yazanın bir sonraki gönderide aktaracağı ve ifade edebilmek için kıvrandığı, hatta bu yüzden “Appassionata ve duygu dünyamız” şeklinde, tümü bayağı kişisel gelişim kitaplarının başlıklarına benzer bir başlık bile bulabileceği bir konuda yardımına yetişmiş bir videonun paylaşımından ibarettir.

  Videoda, ‘View Subtitles’ bölümünden aktive edebileceğiniz Türkçe altyazı seçeneği de mevcut.

 

  Not: RSS okuyucusu kullananlar videoyu izleyebilmek için siteye girmek mecburiyetindeler.


  Bağlantılar:

- Vilayanur Ramachandran'dan Zihnimiz Üzerine

.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
Web Analytics